Yunan İşgali | Anadolu'yu sarsan 3 yıl, 3
ay, 24 gün
Yunanistan’ın haksız ve hukuk
dışı bir kararla İzmir’de başlayan harekâtı, askeri açıdan
Anadolu’daki direnişi kırmak, hatta Ankara’yı
ele geçirmek yolunda gelişirken; sosyal-siyasal açıdan da işgal
bölgesinde Rum nüfusu temel alan kalıcı bir Yunan egemenliğini
hedefliyordu. 26 Ağustos’ta başlayan Türk
taarruzu bu planı bozmakla kalmadı; denizden gelen istilacılarla
birlikte onbinlerce sivili de denizin diğer yakasına sürdü.
Geldikleri gibi gidemediler
Pers İmparatorluğu’nun Sard valisi
Keyhüsrev (Kyros), M.Ö. 4. yüzyılda Atina ve
Sparta’dan paralı askerlerle oluşturduğu orduyla
Sard şehrinden hareket etmiş; Anadolu’yu geçerek
Mezopotamya’nın güneyinde, Babil yakınındaki
Kunaksa’ya inmişti. Burada ağabeyi, Pers kralı
Keykavus’un (Artakserkses) ordusuyla savaşa tutuşan Keyhüsrev ölmüşse
de, ordusu zafer kazanmıştı. Keykavus’un Yunanlı komutanları tuzağa düşürüp
öldürmesi üzerine, Atinalı Ksenofon (Xenophon) ve dört
arkadaşı, sayısı on binden fazla olan Yunan paralı askerlerine rehberlik ederek
onları önce kuzeydoğuya götürmüş, ardından Karadeniz kıyılarını takiben
Truva’ya getirmişti. Tarihe “Onbinlerin
Dönüşü” olarak kaydolan bu yolculuğu Ksenofon
“çıkış” anlamına gelen Anabasis adlı eserinde
anlatır.
Bu olaydan 2320 yıl sonra, 1919 baharında
onbinlerin torunları ya da Yunan Albay Dimitri Ambelas’ın
deyişiyle “yeni onbinler”, bu kez Selanik’ten
hareket etmiş; 15 Mayıs sabahı İzmir’e çıkarak başlattıkları
“Anadolu seferi” yaklaşık üç buçuk yıl sürmüş, ama
dedelerininki gibi mutlu bitmemişti.
Onbinlerce insanın ölümüne,
milyonlarcasının tarifsiz acı ve sıkıntılar yaşamasına neden olan bu sefer,
Yunanistan’da “Küçük Asya Felaketi” olarak
isimlendirilir.
Neden geldiler?
Bu sorunun yanıtı, genellikle sanıldığı gibi Yunan
milliyetçiliği, başka bir deyişle “Megali İdea”
öğretisi değildir. Esasen ikisi Yunanistan’dan, diğeri Yunanistan’ın 1.
Dünya Savaşı’nda müttefiki olan İngiltere,
Fransa ve ABD’den kaynaklanan üç sebep üzerinde durmak
gerekir.
1. Egemenlerin horoz dövüşü
Egemen sınıflar arasında ve ülkeyi hem düşünsel anlamda, hem de
idari olarak ikiye bölecek olan amansız mücadele, Yunanistan’dan kaynaklanan
sebeplerin ilkidir. Bavyera ve Danimarka’dan
ithal kralların başında olduğu ve on yıllardır iktidara demir atmış
aristokratik oligarşi, 1910 Ağustos’unda
yapılan seçimlerde iktidarını Venizelos’un temsilciliğini
yaptığı burjuvaziye kaptırmıştı. 1915 Şubat’ında Kral
Konstantin, hükümeti kurma görevini Gunaris’e vererek
iktidarı aristokrasiye iade etmişse de, 12
Haziran’da yapılan seçimlerde rakiplerini silip süpüren Venizelos
yeniden başbakan, burjuvazi de iktidar
olmuştu.
Ama Konstantin ikinci hükümetini kurduktan
sadece kırk beş gün sonra, Venizelos’tan başbakanlığı
bırakmasını isteyerek, iktidarı bir kez daha aristokrasiye vermişti. Son seçimi
kaybeden ancak iktidarı kaybetmeyen aristokrasinin, kral eliyle gerçekleştirdiği
bu ikinci hükümet darbesi üzerine Venizelos Selanik’e gitmiş, Yunanistan’ın
kuzeyi ve adalara egemen olacak geçici, ama Zaimis’in başında
olduğu Atina’daki hükümete paralel yeni bir hükümet kurmuştu.
Yunanlıların “Ulusal Bölünmüşlük” (Ethnikos
Dihasmos) dediği bu süreç, İngiltere, ve Fransa’nın desteğini alan
Venizelos’un dolayısıyla Yunan burjuvazisinin bir kez daha iktidara gelmesi
(Venizelos hükümeti) kurduktan bir gün sonra, 28
Haziran 1917’de Almanya ve müttefiklerine savaş ilan
etmişti) ve Konstantin’in Yunanistan’ı terk etmesiyle tamamlanacaktı.
2. İflas etmiş devletin imparatorluk
düşü
Boğazına kadar borçlandırılarak kurulan Yunanistan,
1893 yılında iflas ettiğini açıklayınca, alacaklı devletlerin
temsilcileri Atina’da toplanmış ve Uluslararası Ekonomik Denetim
Kurumu’nu oluşturmuşlardı. Böylece Akdeniz’in diğer
geleneksel ekonomilerine; Portekiz, Mısır, Tunus ve
Osmanlı Devleti’ne yapıldığı gibi, Yunanistan’a da ekonomik
pranga vurulmuş oluyordu. Tuz, alkol, sigara kâğıdı ve petrolü tekeline alan;
tütün vergisi ile liman gelirlerini toplayan bu kurum eliyle
Avrupa, Yunan sermayesinin sanayiye yatırılmasını engellemekte
ve Yunan bankalarına ortak olmak suretiyle ülkenin ekonomik yaşamını
denetlemekteydi.
Balkanlar ve Yakındoğu’da
yükselen milliyetçilik ve ulusal ekonomi inşasına yönelik
uygulamalarının bir sonucu olarak, aynı yıllarda Yunan
diasporası da Yunanistan’a sermaye ihracına başlamıştı. Sanayiden çok
devlete borç verme, demiryolu ve kapitalist
dünya pazarının istemleri doğrultusunda tefecilikte kullanılan bu sermaye;
sahiplerinin servetlerini katlamıştı. Eleftheros Tipos
gazetesinin, 1919 yılı başında yazdıkları,
Yunanistan’ın çaresizliğini ve iktidarın seçeneksizliğini göstermektedir:
“Savaşın sırtımıza yüklediği ağır yükten sonra,
sınırlarımız tüm Yunan halkını tek bir Yunanistan içinde toplayacak bir şekilde
genişletilmezse, ekonomik bakımdan yaşamaya devam edemeyiz”.
Tercüme etmek gerekirse Yunan burjuvazisi, ülkenin ancak,
kalabalık soydaş nüfusuyla birlikte tarım, ticaret ve madenler bakımından zengin
Anadolu’nun batısı ve (Doğu) Trakya’yı almak suretiyle Avrupa sermayesinden
ekonomik, dolayısıyla siyasi bağımsızlığını kazanabileceği düşüncesindeydi.
Küçük Yunanistan, ulus devletler çağında, Venizelos’un “… dört denizle yıkanan
ve kendi penceresinden Karadeniz’i seyreden” diye tanımladığı, büyük bir
imparatorluk olmak istiyordu.
3. İtalya zor, Yunanistan kolay
lokmaydı
İtalya, İtilaf Devletleri’nden biriydi ve
1917 tarihli gizli bir anlaşma ile, müttefikleri kendisine
İzmir ve çevresini de içine alan bir pay vaat etmişlerdi. Söz konuşu anlaşmayı
sonradan, “Rusya’nın onayı ile yürürlüğe gireceğine ilişkin
hükmü” gerçekleşmediği için tanımayan müttefikler, İtalyan
fırsatçılığının sebebiyet vereceği olası kayıplardan endişe
ediyorlardı.
Akdeniz’in ikinci büyük gücü olan İtalya’ya söz dinletebilmek
kolay değilken Yunanistan, birçok bakımdan İngiltere ve Fransa’nın tercih
edebileceği bir ülkeydi. Henüz terhis etmediği ordusu, Akdeniz ve Karadeniz’deki
müttefik çıkarlarını koruyabilirdi. Bu küçük ülkenin, bağımsız politikalar
izleyemeyeceği açıktı. Müttefikler 6 Mayıs 1919’da
Yunanistan’a, Anadolu seferi için vize verirken bunları
hesaplamışlardı.
Nasıl geldiler?
Savaşın galibi büyük devletler, 1919 ve
1920 yılında, Avrupa’nın çeşitli kentlerinde topladıkları
konferanslarda, savaş değirmenine su taşıyan bir dizi karar aldılar. 18
Ocak 1919’dan beri toplantı halinde olan Paris Barış
Konferansı’nın, İtalya’nın hazır bulunmadığı 6 Mayıs
tarihli oturumunda alınan, yeni onbinlerin İzmir’e gönderilmesine ilişkin karar
da bu bağlamdadır.
Mütareke (Mondros) mukavelesinin:
“Müttefiklerin emniyetlerini tehdit edecek durum
olduğunda, herhangi bir noktayı işgal hakkı olacaktır” diyen 7.
maddesine dayandırılan bu haksız ve hukuk dışı karar, ardında onbinlerce ölü ve
yaralı; aç ve açıkta milyonlarca göçmen; zarar-ziyan ve etkileri günümüzde bile
hissedilen derin acılar bırakan bölgesel bir savaşa neden olmuştu.
Venizelos, İzmir’in işgali görevinin, Yunanistan’ın en seçkin
birliği olan 1. Piyade Tümeni’ne verilmesini istemişti.
Albay Nikolaos Zafirios’un komutasında üç piyade alayıyla iki
topçu taburundan oluşan bu tümen, 12 Mayıs’ta
Eleftheron limanında (Selanik yakınlarında) demirlemiş nakliye
gemilerine bindirilmişti. Aynı limanda, İngiliz kaptan Gover
Granvil’in komuta ettiği üç İngiliz ve dört Yunan
torpidosundan oluşan bir filotilla da bulunuyordu. Bu
filotillaya nakliye gemilerini İtalyan donanmasından ve olası tehditlerden
koruma görevi verilmişti.
13 Mayıs sabahı limandan ayrılan gemiler,
İzmir’deki İngiliz Amirali Calthorpe’dan aldığı emir gereği,
14 Mayıs öğle üzeri, Midilli Adası’nın
Yera Körfezi’ne demirledi. Leon torpidosuna
binen tümen kurmay heyeti, akşama doğru İzmir’e geldi.
Averoff ve Iron Duke zırhlısında yapılan görüşmelerde
çıkarmanın ayrıntıları belirlendi.
İşgal planı
Plan şöyleydi: Olası bir Türk direnişini kırmak için İzmir
kuşatılacak, 1/38 Evzon Alayı güneybatıdan
Karantina-Kadifekale çizgisini; Beşinci Alay Kuzeybatıdan
Punta (Alsancak)-Kadifekale çizgisini tutarken, Dördüncü Alay
Türklerin oturduğu mahalleleri denetim altına alacaktı. Padişah ve hükümetten
oluşan merkezi iktidar odağı ile bunun İzmir’deki mülki ve askeri uzantısı olan
vilayet ve 17. Kolordu’nun başında bulunanların, kayda değer bir tepki
göstermediği çıkarma işlemi; 15 Mayıs 1919 sabahı başlamış,
yerli Rumların sevinç gösterileri eşliğinde 1. Piyade Tümeni, Punta
İskelesi’ndeki Avcılar Kulübü önüne inmişti.
Beraberinde Rumlar olduğu halde, saat 11.00 sularında vilayet konağı önüne gelen
Evzon Alayı’nın öncü birliği, kim ya da kimler tarafından
sıkıldığı halen tartışma konusu olan kurşunların hedefi oldu. Anlaşılan o ki,
sayıca Rumlardan çok olduğunu göstermek için geceyi Maşatlık’ta
bir arada geçiren bazı Türkler, yeni onbinleri taşıyan gemilerin gün ışırken
körfeze girdiğini görünce, ev veya işleri yerine, vilayet konağı önüne giderek
elleri tetikte beklemeye başlamıştı.
İlk kurşun
Bu kurşunların neden olduğu kısa süreli bir paniğin ardından
yeni onbinler ve Rumlar, kolordu binası (Sarıkışla), vilayet
konağıyla Kemeraltı Caddesi’nin girişi ve civarındaki kahve ve
otellere, bir saat boyunca kurşun yağdırdılar. Zafirios,
Venizelos’a gönderdiği 25 Mayıs tarihli bir raporda,
15 Mayıs kurbanlarını şöyle tasnif etmiştir:
“Yunanlılar: asker 2 ölü, 9 yaralı; sivil 9 ölü, 34 yaralı.
Türkler: asker 5 ölü, 8 subay, 8 er ve 41 sivil yaralı ve değişik milliyetlerden
47 ölü. Toplam 163 kişi. “Fransız Başbakanı Clémenceau’ya
gönderdiği bir mektupta Venizelos, toplam sayıyı değiştirmezken, Yunan
kayıplarını şişirmiştir.
Paris Barış Konferansı’nın 15 Mayıs olaylarını araştırması için
kurduğu komisyonun raporunda ise şöyle denmektedir:
“İzmir’in işgali sırasında ölen ve yaralananların sayısı
kesin olarak bilinmemektedir. Tahminen Yunanlılardan 2 er ölü, 6 yaralı;
Türklerden ise, 300 veya 400 ölü ve yaralıdır”.
Türk belgelerine göre “işgalin ilk 48 saati içinde İzmir ve
banliyölerinde (Urla Yarımadası ve köyleri dahil) öldürülen Türklerin sayısı
2000’in çok üzerinde” idi. İşgali izleyen Yunanlı gazeteci
Mihailidis; sadece 15 Mayıs günü, 4000 Türk’ün (sivil ve asker)
tutuklandığını yazmıştı.
Yunan örgütü
Yunan Hükümeti, Mondros sonrası İstanbul ve
İzmir’e, bu kentlerde yaşayan Türkler dahil tüm halkları kazanmaları misyonu
ve “yüksek komiser” sıfatıyla memurlar göndermişti. 21
Mayıs’ta İzmir’e gelen yeni Yunan Yüksek Komiseri Aristidis
Stergiadis’e verilen görev ise, 1914 ilkbaharında doğu
Ege adalarına sevk edilmiş Osmanlı Rumlarını evlerine
yerleştirmek için gerekenleri yapması ve barış anlaşmasıyla Osmanlı Devleti’nden
devralınacak arazide kurulacak Yunan yönetiminin zeminini
hazırlamasıydı.
Menderes, Gediz ve Bakırçay’ın
yardığı vadileri izleyerek doğuya ilerleyen yeni onbinler; Anadolu’da da
İzmir’deki sivil yönetime bağlı olması dışında sürekli değişen ve büyüyen, bu
nedenle oldukça karmaşık bir örgütsel yapı kurmuştur.
Bu yapının çatısını, işgal dönemi boyunca resmi ismi ve
başkomutanı çok sık (ortalama beş ayda bir) değiştirilmiş Küçük Asya
Ordusu Komutanlığı (KAOK) oluşturmaktadır.
26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz başlamadan
hemen önce, Tümgeneral Hacianestis’in komutasında on dört
tümen, beş alay ve Yüksek Genel Komutanlığa (YGK) bağlı
birlikleriyle yaklaşık 200.000 kişiden oluşan bu savaş makinesinin ciddi
sorunları vardı.
Boğazına kadar siyasete batan komuta kadrosu
(Konstantinist-Venizelist kamplaşması); sürgün niteliğindeki
tayinler nedeniyle subayların birliklerini terk etmesi; komünistlerin savaş
yılgını erler arasında yürüttüğü “eve dönüş” kampanyası;
giderek kötüleşen siper koşulları ve ağır kayıplar bu sorunların başında
geliyordu.
Rumların iskânı
Osmanlı Devleti’nin savaştan önce ve savaş sırasında, yeni
onbinlerin Anadolu’da işgal ettiği bölgeden “harice sevk ettiği”
Rum-Ortodoks cemaatinden uyrukları evlerine yerleştirildi ve arazileri
kendilerine iade edildi. 31 Aralık 1920 tarihi itibariyle
Anadolu’da iskân edilen Rum göçmenlerin sayısı 126 bindir (daha fazla değil).
Hükümet son beş yılı bin bir zorlukla geçirmiş bu insanların durumlarını
iyileştirmek için, 1 Aralık 1920 tarihi itibariyle 16.136
göçmene, 17.503.765 Drahmi borç vermiş; gelecek göçmenler için
ayrılmış iki buçuk milyon Drahmi’yi yetersiz bularak, beş milyon daha göndermeyi
kararlaştırmıştı.
Ayrıca Rum göçmenlere pulluk ve kaliteli tohum dağıtılmış; tarım
kursları düzenlenmiş; ev, okul, yol ve kiliseleri onarılmış veya yapılmış; su
kuyuları ve pompaları temizlenmiştir. Kuvayı Milliye’nin
denetiminde olan bölgeden İzmir’e gelmiş Rum göçmenler, Bahri Baba
Parkı’nda kurulan bir kampta toplanmış; bunlara, ekmeğiyle birlikte
günde 2.000 kap (1000’i Türk göçmenlere veriliyordu) yemek verebilen bir aşevi
açılmıştı.
Göçe zorlama
İzmir ve art bölgesinin işgali sırasında ve sonraki günlerde,
Türklere yönelik, ve Rum milislerce de desteklenen öldürme, yaralama, ırza
geçme, işkence, dayak, sürgün, gasp, soygun, angarya ve kundaklama başlığı
altında toplanabilecek uygulamalar planlıydı ve beklendiği gibi dahile ve
beklenmeyen bir şekilde İzmir’e doğru kitlesel bir Türk göçüne neden olmuştu.
Anadolu’nun batı sahiline serpilmiş bazı kaza merkezleri
dışında, Rum nüfusun çoğunlukta olmadığını bilen Yunanistan böylece,
demografik yapısını lehine çevireceği işgal bölgesinin,
kendisine bırakılmasını garantilemek istiyordu. 15 ve 16 Mayıs
1919 günü karıştıkları olaylar bilinmesine rağmen, Rum milislerin
ısrarla askeri operasyonlara dahil edilmesi bundandır. 1919
Ekim’i itibariyle göç eden Türklerin sayısı, Venizelos’a göre 180.000,
Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti’nin bir raporuna göre ise,
300.000’di. 1920 Haziran’ı itibariyle İzmir’de değişik
milletlerden 64.500 göçmen bulunuyordu ki, Türklerin çoğu cami ve medreselerde
barınmaktaydı.
Sağlık işleri
Ahlaki ve diplomatik boyutları olan gereklilikler ve propaganda
amacıyla, özelde İzmir’deki Türk göçmenlere ve genel anlamda işgal bölgesi
içinde yaşayan herkese, sosyal yardımlarla desteklenmiş bir sağlık hizmeti
sunulmuştur. Hizmete soktuğu aşı istasyonları ve dispanserler eliyle yüz
binlerce aşılama, muayene ve tahlil yaptırıp reçete yazdırtan; ihtiyaç
sahiplerine ücretsiz ilaç, et, ekmek, süt, sıcak yemek ve yakacak maddeleri
dağıtan Yunan yönetimi; işgal bölgesinde yüksek bir halk salığı standardı
oluşturmayı başarmıştı. Yunan Kızılhaç’ına bağlı hastane ve dispanserlerle işgal
bölgesi içinde çalışmasına izin verilen Osmanlı Hilal-i Ahmer
Cemiyeti’ne ait dispanserlerin, bu sonucun alınmasında yaptığı katkı
unutulmamalıdır.
Ağır cezalar
Uluslar arası hukuka göre yeni onbinler, barış anlaşması
yapılıncaya kadar, işgal bölgesinde geçerli yasa ve yönetmeliklere uymak
zorundaydı. Ancak Yunanistan “sıkıyönetim mahkemeleri” (ektakto stratodikio)
kurmak suretiyle hukuku delme yoluna gitti. Böylece Rumlar Osmanlı
mahkemelerinden kurtarılmış, dolayısıyla Türklerin hak ve hukuk arama şansı ve
Osmanlı yargı hakkı yok edilmiş oluyordu. KAOK, 17 Mayıs 1919
günü yayımladığı bir duyuru ile halkı güya 15 Mayıs’ta 15 Mayıs’ta ilan edilmiş
sıkıyönetimin gereklerine uymaya davet ederek, sıkıyönetim mahkemelerini
meşrulaştıran son adımı da atmıştı. Özellikle Kuvayı Milliye’ye yardım ve
yataklık iddiasıyla pek çok Türk’ü 101 yıl hapis ve müebbet kürek gibi ağır
cezalara çarptırmış olan mahkemeler, suça göre değil sanığın milliyetine göre
cezalar verdi.
Kaçırılan tarih
İşgal yönetiminin Anadolu’ya ait arkeolojik eserleri
Yunanistan’a nakletmeyi amaçlayan ilk girişimi 1919 sonbaharında oldu. Sudan bir
bahane ile Bergama Müzesi’ne el koyan işgalciler, Osmanlı makamlarının
itirazlarına aldırmayarak, buradaki eserleri bir şekilde Atina’ya taşıdı. Atina
Arkeoloji Derneği’nden İkonomos ile yine Atina’daki Bizans Müzesi’nin müdürü
Sotiriu, Klozemenia (Urla), Efes ve Nisa’da (Aydın/Sultanhisar) başlatıp
yürütülen kazılara ekonomik destek vermişti. Bu kazıların amacı başlangıçta,
Yunan uygarlığının işgal bölgesine damgasını vurduğunu göstererek, “Enosis’e
zemin hazırlamak”tı. Tahrip edilen arkeolojik dokudan alınmış eserler, İzmir
üzerinden Atina’ya sevk edildi.
İzmir’de üniversite
Sevr Anlaşması’ndan sonra, bazı Türk okullarıyla medreselere
ısınma, kırtasiye, beslenme giderleri ve öğretmen maaşları için bir miktar para
aktaran Yunan yönetimi, Rumlara ait ilk ve orta dereceli okullara deyim
yerindeyse “yağdırmış” ve İzmir’de bir (Rum) Erkek Öğretmen okulu ile lise
açmıştı. Ama işgal yönetiminin eğitim alanındaki en görkemli girişimi, hiç
kuşkusuz İzmir Yunan Üniversitesi’ydi. Amaç, Anadolu’dan Yunanistan ve Avrupa’ya
yönelen beyin göçünü durdurmak ve Enosis’i geciktirebilecek eksiklikleri
(yetersiz üretim ve Yunanca bilmeme gibi) gidermekti.
Kurucu rektörlüğüne Göttingen Üniversitesi’nden matematik
profesörü Karatheodoris’in atandığı ve “Doğu’nun ışığı” olması beklenen
üniversitenin Fen Bilimleri ve Ziraat; Mühendislik Bilimleri; Doğu Dilleri ve
Kültürü; İktisat ve Kamu İdaresi fakülteleriyle Hıfzıssıhha Enstitüsünden
oluşması planlanmıştı. İki yıl içinde fiziki altyapısı (şimdi İzmir Kız
Lisesi’ne ait binalarda) ve kadroları tamamlanan İzmir Yunan Üniversitesi,
sadece kimya bölümünde öğretime başlayabildi (Cumhuriyet döneminde İzmir’de ilk
üniversite, Ege Üniversitesi 1955 yılında kurulabildi).
Özerklik girişimi
Anadolu’dan ayrılmadan kısa bir süre önce, 12 Ağustos 1922 günü
Yunanistan, kamuoyuna hitaben yayımladığı bir bildiriyle işgal ettiği bölgenin
özerkliğini ilan etmişti. İngiltere hükümetinin, Türk ordusu ile Çanakkale
Boğazı arasında tampon olacağını düşündüğü için destek verdiği bu girişimiyle
Yunanistan, artık kalamayacağını bildiği işgal bölgesini, Rum soydaşları için
güvenli kılacak bir idari yapı oluşturmayı amaçlamıştı.
Nasıl gittiler?
26 Ağustos 1922 sabahı başlayan Türk taarruzu, sansür nedeniyle
cephe gerisinde dolayısıyla İzmir’de duyulmamış/duyulamamıştı. İzleyen günlerde
trenlerin, daha önce görülmediği kadar çok ölü ve yaralı askeri İzmir’e
getirmesi Türkleri sevindirirken Rumları kaygılandırmış olmalıdır. Bu nedenle
İzmirli Rumlar, Amalthiya (İzmir) gazetesinin 30 Ağustos tarihli nüshasında,
“Düşman saldırısının şiddeti nedeniyle dün Afyonkarahisar’ın tahliyesi
emredilmiştir…” diyen 28 Ağustos tarihli askeri bülteni okuduklarında, cephenin
çöktüğünü anladılar. O sırada Türk ordusu yönünü İzmir ve Akdeniz’e çevirmişti.
Yerli Rumlar da, bulabildikleri her tür araç ve götürebildikleri her şeyle
birlikte, Türk ordusunun önünden aynı yöne kaçmaktaydılar.
Adalara geçmek
isteyen onbinlerce Rum göçmen, rıhtım ve yolcu gümrüğüne yığılmış durumdaydı.
Polis müdürlüğünden alınmış seyahat izni ve pasaport talep ederek, başlangıçta
bunların Anadolu’dan ayrılmalarını engellemeye çalışan işgal yönetimi, sonraki
günlerde bazı vapurlara el koyup Adalar’a sefer bile yaptırmıştı. Yunanistan’ın
İngiliz Hükümeti’nden ateşkes istediği 2 Eylül günü Stergiadis, kıdemli
memurlarına arşivlerini toplamaları ve harekete hazır olmaları talimatını verdi.
İzmir’de ne ekmek ne de asayiş kalmıştı. Rum milislerin, yerleşim merkezlerini
yakıp yıkacağından endişe eden birçok Türk de, İzmir’e gelerek cami, medrese ve
okullara sığınmıştı.
Ve 9 Eylül
9 Eylül sabahı Sabuncubeli’nden hareket eden ve Bornova-Mersinli
güzergâhını geçen 5. Süvari Kolordusu’nun 2. Tümeni’nden Yüzbaşı Şerafettin
Bey’in komuta ettiği öncü birlik, rıhtımdaki binlerce Rum ve yeni onbinlerin
döküntüleri arasından geçerek, saat 10.30’da vilayet konağına varmıştı. Boynu ve
kolundan yaralı olan Şerafettin Bey, burada bir Türk gencinin verdiği al sancağı
gözyaşları içinde konağın balkonundaki göndere çekmişti.
Böylece İzmir, üç yıl, üç ay, yirmi dört gün çektiği hasretin
ardından, gerçek sahibiyle kucaklaşmış, Türkiye emperyalizm illetinden
kurtulmuştu ama, işgal sürecinde ödediği bedel çok ağırdı.
* * *
Megali İdea nedir?
Yunancada “büyük fikir” demek olan bu kavramı, Başbakan Kolettis
ilk kez 14 Ocak 1844’te yaptığı bir meclis konuşmasında telaffuz etmişti.
Adriyatik Denizi-İran ekseninde, Yunan soyundan herkesi, başkenti İstanbul
olacak bir devletin sınırları içinde buluşmayı hedefleyen bu öğretinin o
dönemdeki amacı; topraksızlıktan ötürü sefalet içinde yaşayan Yunan köylüsünün,
iflas halindeki hükümeti devirmesini önlemekti. Yunan köylüsü ve emekçisinin
enerjisini dış politikaya aktaran Megali İdea: Yunanistan’da ezilen sınıfları
hak ve iktidar mücadelesi yapmaktan alıkoyduğu için, egemen sınıfların
iktidarını pekiştiren bir araçtı. Venizelos’un savaşçı ve yayılmacı Megali
İdea’sı ise, Batı uygarlığının Yunanlılığı yok etmek için aşıladığı bir
öğretiydi. Gerçekte Yunan ekonomisinin durumu, hangi sınıf iktidarda olursa
olsun Yunanistan’a, Venizelos’un savunduğu Megali İdea dışında bir tercih yapma
şansı vermiyordu.
Hasan Tahsin veya Osman Nevres
İzmir’e çıkan Yunan askerlerine ilk kurşunu atan Hasan Tahsin,
Selaniklidir ve gerçek adı (Recepoğlu) Osman Nevres’tir. Selanik Feyziye
Mektebi’ni bitiren Nevres’in hayatında, okulun o dönemdeki idarecisi, daha
sonraları İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en etkili isimlerinden, Maliye Nazırı
Cavit Bey’in önemli bir rolü oldu. Nevres, Paris Sorbonne Üniversitesi Siyasi
İlimler Akademisi’nin ardından Teşkilat-ı Mahsusa kadrosuna katıldı.
İttihat ve Terakki tarafından 1914’ün Ekim ayında Sofya’ya
gönderilen Nevres’in görevi, Bulgaristan’ı Üçlü İtilaf tarafa çekebilmek için
orada propaganda yapmaya gelmiş İngiliz parlamenterler Noel Edward ve Charles
Roden Buxton kardeşleri öldürmektir. Osman Nevres ikisini de vurur fakat
öldüremez. Teşhis edildiği için İttihat ve Terakki yöneticileri kimliğini
değiştirerek kendisini İzmir’de saklar. Hasan Tahsin İzmir’de bir şirket kurar
ve gazete çıkarmaya başlar. Pasaportuna yazılan “Hasan Tahsin” takma adını ölene
kadar kullanır. 15 Mayıs’ta ilk kurşunu attığında, İzmir’de Hukuk-u Beşer (İnsan
Hakları) gazetesini çıkarmaktadır ve 31 yaşındadır. Hasan Tahsin’den ilk kurşun,
Konak Meydanı’nda Yunan sancağını taşıyan askere gider. Aynı yerde öldürülen
Tahsin, işgale karşı halkın simge ismi olur.
Prof. Dr. Engin Berber
16 Şubat 2018 Cuma
Şeyh Sait ve Şeyh Sait İsyanı
Şeyh Sait ve Şeyh Sait İsyanı (1925 -
1936)
TBMM'nin kurulmasından sonra muhalefet Cumhuriyet'in ilânına kadar gizli ve küçük bir grubun direnmesi şeklinde çalıştı.
Cumhuriyetin ilânından sonra muhalifler 1924'de Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'ni kurdular. Bu partinin kurucuları arasında İttihat ve Terakki Partisinin nüfuzlu adamları, Meşrutiyetçi gruplar ve Malta'da sürgün hayatından kurtulan birkaç kişi de vardı.
Parti, programında liberalizm ve demokrasi esaslarını kabul etmişti. Fakat partinin programındaki, "Parti düşünce ve dinî inançlara saygılıdır" maddesi Cumhuriyetin ilânı ve hilâfetin kaldırılmasından memnun olmayan kimselerle, mürtecilere ümit ve kuvvet vermişti.
Nihayet gerek Terakkiperver Cumhuriyet Partisinin, gerekse
yabancı devletlerin propagandaları neticesinde Doğu vilâyetlerinde ayaklanma
oldu.
Şeyh Sait adında bir şeyh, birtakım cahil kimseleri etrafına
toplayarak hükümete karşı ayaklandı (11 Şubat 1925). Ele geçen belgelerden Şeyh
Sait taraftarlarının, devletin başına Abdülhamit oğullarından birini geçirmek
istedikleri anlaşılmıştır. Muhalifler, Mecliste Şeyh Sait ayaklanmasını mevziî
bir hareket olarak göstermeğe çalışmış, olağanüstü tedbirlerin alınmasına engel
olmak istemişlerdir. Halbuki din elden gidiyor diyerek ve şehirleri yağma
vaadiyle ayaklandırılan âsiler az zamanda Elâzığ ve Diyarbakır'ı
sardılar.
Bunun üzerine Hükümet ve Meclis tedbirler almaya gerek görerek ve şu tedbirler alınmıştır.
1- Kısmî seferberlik yapıldı.
2- "Hıyaneti Vataniye Kanununa bir madde eklendi ve "Takriri Sükûn Kanunu" çıkarıldı.
Hıyaneti Vataniye Kanununa eklenen madde, dinin siyası gayelere alet edilerek cemiyetler kurulamayacağı idi. Bu cemiyetleri kuranlarla bu cemiyetlere girenler, memleket düzenini bozanlar, cumhuriyeti tehlikeye düşürenler vatan haini sayılacakları belirtiliyordu. Takriri Sükûn Kanunu, Hükümete gericilik, ayaklanma ve bozgunculuk hareketlerine karşı istediği gibi tedbir almak yetkisini veriyordu.
3- Birisi Ankara'da, diğeri Elâzığ'da olmak üzere iki İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Büyük Millet Meclisi tarafından seçilen milletvekillerinden kurulan bu mahkemelerin verecekleri idam kararlarını Meclis onaylamadan infaz yetkisi vardı.
Asiler üzerine gönderilen askerî kuvvetler ayaklanmayı kısa zamanda bastırmayı başardılar (7 Mart 1925).
Şeyh Sait ve adamları yakalanarak idam edildiler. Bu suretle devrimi boğmak için ayaklanan gericilik hareketi bastırılmış, memleket ve devrim kurtarılmıştır.
Şeyh Sait İsyanının Kronolojisi
TBMM'nin kurulmasından sonra muhalefet Cumhuriyet'in ilânına kadar gizli ve küçük bir grubun direnmesi şeklinde çalıştı.
Cumhuriyetin ilânından sonra muhalifler 1924'de Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'ni kurdular. Bu partinin kurucuları arasında İttihat ve Terakki Partisinin nüfuzlu adamları, Meşrutiyetçi gruplar ve Malta'da sürgün hayatından kurtulan birkaç kişi de vardı.
Parti, programında liberalizm ve demokrasi esaslarını kabul etmişti. Fakat partinin programındaki, "Parti düşünce ve dinî inançlara saygılıdır" maddesi Cumhuriyetin ilânı ve hilâfetin kaldırılmasından memnun olmayan kimselerle, mürtecilere ümit ve kuvvet vermişti.
Bunun üzerine Hükümet ve Meclis tedbirler almaya gerek görerek ve şu tedbirler alınmıştır.
1- Kısmî seferberlik yapıldı.
2- "Hıyaneti Vataniye Kanununa bir madde eklendi ve "Takriri Sükûn Kanunu" çıkarıldı.
Hıyaneti Vataniye Kanununa eklenen madde, dinin siyası gayelere alet edilerek cemiyetler kurulamayacağı idi. Bu cemiyetleri kuranlarla bu cemiyetlere girenler, memleket düzenini bozanlar, cumhuriyeti tehlikeye düşürenler vatan haini sayılacakları belirtiliyordu. Takriri Sükûn Kanunu, Hükümete gericilik, ayaklanma ve bozgunculuk hareketlerine karşı istediği gibi tedbir almak yetkisini veriyordu.
3- Birisi Ankara'da, diğeri Elâzığ'da olmak üzere iki İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Büyük Millet Meclisi tarafından seçilen milletvekillerinden kurulan bu mahkemelerin verecekleri idam kararlarını Meclis onaylamadan infaz yetkisi vardı.
Asiler üzerine gönderilen askerî kuvvetler ayaklanmayı kısa zamanda bastırmayı başardılar (7 Mart 1925).
Şeyh Sait ve adamları yakalanarak idam edildiler. Bu suretle devrimi boğmak için ayaklanan gericilik hareketi bastırılmış, memleket ve devrim kurtarılmıştır.
İsyan Öncesi Anadolu'daki
Durum
Şeyh Sait, Elazığ'ın Palu kazasından ve Nakşibendi
tarikatının büyüklerindendi. Palu'da büyük koyun sürülerine yetecek kadar
meralar bulunamayınca Erzurum'un Hınıs kazasına yerleşti. Dini istismar ederek,
çevrede oldukça tanınmış ve sözü geçen biri oldu. Suriye ile ticaret
yaptığından, sık sık oraya giderdi. Zenginliği ve tarikat ileri geleni oluşu ve
feodal bir düzen içindeki ağalık sıfatı ile Kürtler üzerinde oldukça etkili
idi.
Cumhuriyetin ilanından bir süre önce dağılmış olan
Kürt Teali İslam Cemiyeti ileri gelenlerinden, Seyit Abdülkadir, Ceyranlı,
Hüsman, Halit, Hacı Musa ve eski Mebuslardan Yusuf Ziya ve ailelerinin katıldığı
gizli bir komite kurarak, Kürdistan bağımsızlığı için çalışmalarını sürdürdü.
Yusuf Ziya'nın aracılığı ile Hınıs'ta oturan Şeyh Sait ve ailesi de örgüte
katıldı.
Bu gelişmeleri yakından izleyen İngiltere,
elçiliğinin çeşitli kaynaklarından edindiği bilgileri, düzenli olarak elde
ediyordu. Bölgede bir ayaklanma çıkartmak ve bu yolda Musul konusundaki
isteklerini Türkiye'ye kabul ettirmek amacında olan İngilizler, Nasturi'leri
kışkırtarak bir ayaklanma çıkmasını hazırladılar .
İngilizlerin kışkırtması ve yönetiminde çıkan Nasturi
ayaklanmasına karşı, o günün çok güç şartları içinde yapılan bastırma
girişimleri kesin sonuca ulaşamadı.
Ayaklananların çoğu sınır dışına kaçtılar
İngilizlerin, Musul sorunu için açtıkları bu olay , siyasi ve askeri çok çetin
çalışmalar sonucunda taraflarca kabul edilen sınırın gerisine çekilmekle sona
ermiş kabul edildi. Bu ayaklanmada, İngilizler asileri desteklemekle kalmayıp,
uçakları ile de saldırılara katıldılar.
Kürt İstiklal Komitesi üyelerinden ve eski
Mebuslardan Yusuf Ziya, Musa ve Cibranlı Halit beyler ve bazı arkadaşları 1924
yılında çıkan Nasturi ayaklanması dolayısıyla tutuklanmış ve mahkum olmuşlardı.
Bu arada Şeyh Sait'in tanıklığına gerek duyularak Bitlis Harp Divanına
çağrılmıştı. Bu durum Şeyh Sait'i kuşkulandırdığından; yaşlı ve hasta olduğunu
ileri sürerek, ifadesini bulunduğu yerde alınmasını istedi. Harp Divanı bu
isteği kabul etti. İfadesi Hınıs'ta alındı. Kuşku içinde olan Şeyh Sait, oğlunu
İstanbul'a yolladı. Bir yandan Bitlis Harp Divanının, kendisi hakkında
görüşlerini adamları aracılığıyla araştırırken; diğer yandan Diyarbakır,
Çapakçur, Ergani ve Genç dolaylarında bir ay kadar dolaştıktan sonra, 13 Şubat
1925'te Piran köyüne gelerek kardeşinin evine yerleşti.
Bu arada İstanbul'da, örgüt mensupları kendisine
İngiliz ajanı süsü veren bir Türk polisi ile görüştüler. İngiltere'nin, çıkacak
bir ayaklanma sonunda kurulacak Kürdistan'ı maddi ve manevi yönden desteklemesi
isteklerini ve programını şöyle belirtmişlerdi :
1- İngiltere, Kürt Emirliği'nin kurulmasını
destekleyecek ve koruyacak.
2- 1926 yılında başlayacak ayaklanmanın ilk hedefi,
Diyarbakır'ı ele geçirip, Musul sınırında İngilizlerle ilişki
sağlamaktır.
3- Kurulacak Kürt Emaretine Akdeniz'e çıkış
sağlanacak.
4- Emaretin başına Seyit Abdülkadir
getirilecek.
5- Diyarbakır ele geçtikten sonra, İngiltere her
çeşit para ve silah yardımı yapacaktı.
Program bu kadar değildi. Doğuda ayaklanma çıkınca,
Batı Anadolu 'da ve İstanbul'da da Hilafetçi ayaklanmalar çıkartılacak, Ankara
iki ateş arasında kalacak ve V ahdettin İstanbul'a gelecekti.
Yapılan propagandalar '' Cumhuriyet Yasaları ile
İslamiyet'in, dinin, namaz, oruç, kuran, nikah, ırz ve namusun kalkacağı bütün
aşiret ağalarının ve hocaların Ankara ' ya sürülecekleri ve bunlardan, yasalara
uymayanların denize atılacağı'' şeklinde olup halkı devlete karşı ayaklanmaya
kışkırtıyordu. Cibranlı Halit ve adamları da Hükümete haber verilmesini
engelliyorlardı. Durumu Atatürk'e ilk kez duyuranlar Varto'da oturan Hornek
aşireti oldu.
1924'te Erzurum depremi sebebiyle Erzurum'a gelen
Atatürk'e bilgi verildi. O da Cibranlı Halit'in yakalanması için ilgilileri
uyardı. Erzurum'a gelmiş olan Yusuf Ziya tutuklandı ve Bitlis Harp Divanına
yollandı. Suçunu kabul etti ve Cibranlı Halit, Hasananlı Halit, Şeyh Sait ve
Hacı Musa'nın adını açıkladı. Hacı Musa hemen tutuklandı. Fakat aşiretlerinin
ayaklanmaması için Hacı Musa ve bazı tutuklular serbest bırakıldı.
Bu arada Şeyh' in oğlu da İstanbul ve Suriye'de
çeşitli kişilerle görüşmüştü. Eğer bir ayaklanma çıkarsa 'Cemiyet-i Akvam' a
haber vereceklerini ve asker bulunmadığı için aşiretlerin yöreyi kolayca ele
geçirebileceklerini söyledi. Bundan sonra dini bir ayaklanma fetvası hazırlandı.
Cumhuriyetin ve Mustafa Kemal'in dinsizliği, din kurallarına aykırı
davrandıkları ileri sürüldükten sonra, mal ve canlarının helal olduğu
belirtiliyordu.
Şeyh Sait İsyanı
Yörede, ayaklanma hazırlıkları ve propaganda için
dolaşarak kardeşinin Piran'daki evine yerleşmiş olan Şeyh Sait burada,
jandarmanın beş suçluyu yakalayıp götürmek istemesi yüzünden çıkan silahlı
çatışma üzerine, planlarından önce ayaklanmak zorunda kaldı.
Palu'da ayaklanmaya başlayan Şeyh Sait önce
Tunceli'nin merkezi Darahini'yi ele geçirmek istedi ve bu amaçla yolda iken
kendisine, Paro Oğlu Ömer ağa komutasında Butyanlı, Fakih Hasan Oğlu
Abdülhamit'in komutasında Mıstanlı, Ömer Oğlu Haydar komutasında Tavaslı, Molla
Ahmet komutasında Silvanlı aşiretleri katıldılar. 16 Şubat 1925'te Darahini'ye
saldırdılar.
Şehir yağmalanırken, Ziraat Bankası'na da el konuldu. Durumu
Ankara'ya bildiren öğretmen Mehmet Zeki, Şeyh Sait'le iş birliği yapan Tunceli
Valisi, Çapakçur Kaymakamı ve Hakim Bağdatlı Rıza'nın telkinleri ile önce hapis
sonrada şehit edildi. Asiler,- 1-Çapakçur, 2-Muş, 3- Diyarbakır olmak üzere üç
kola ayrıldılar.
Şeyh Sait Diyarbakır'ı alacaktı. 21 Şubat' ta ilk kez
ordu birlikleri ile karşılaşıldı ve bir alayı geri çekilmek zorunda bıraktılar
.Yarbay Cemil Bey komutasında ki bir süvari alayını ise, pusuya düşürüp esir
aldılar .Ellerinde yeşil bayrak ve kuranlarla ilerleyen asilere halk karşı
koymuyor ve çoğu kez yardım ediyordu.
Halkın ve eşrafın direnmemesi ve askerin bir kısmının
kaçması sonucu, komutan Osman Bey'in bütün çabalarına rağmen, 2 Şubat günü
Elazığ asilerin eline geçti ve yağma edildi. Halk ancak bundan sonra gerçekle
yüz yüze geldi. 5 Mayıs 1925'te Malatya Gazetesi'nin bu konudaki yayını etkili
oldu ve yer yer direnmeler başladı. Diğer yandan Şeyh Abdullah Muş cephesini
tutarak, Varto'yu aldı ve Erzurum'a doğru ilerlemeye başladı.
Ergani, Piran olayından hemen sonra asilerin eline
geçmişti. Ergani ve Eğil yörelerindeki şeyh ve ağaları da ayaklandırmayı başaran
Şeyh Sait, 7 Mart ' ta dört yönden Diyarbakır'a saldırdı. Kuzey cephesinde
surlar dışında yapılan savunmayla asiler püskürtüldü. Güney cephesinde ise
içeriden de yardım gören asiler şehre girdiler. Fakat, General Mürsel'in asiler
üzerine süvari kuvvetleri yollaması sonucu, baskına uğrayan asiler 8 Mart' ta
ilk kez yenilerek kaçtılar
Ayaklanma ile ilgili ilk bilgiler 16 Şubat 1925'te
gazetelerde yer aldı.
Ayaklanma, küçük bir eşkıya olayı olarak gösterildiğinden
ve suçluların yakında yakalanacakları ileri sürüldüğünden, kamu oyunda etkisi
olmadı. Bakanlar Kurulu Toplantısında İç İşleri Bakanı Recep Bey, Piran olayı
hakkında bilgi verdi ve bölgedeki güvenlik kuvvetleri ve uçaklarla olayın
bastırılacağını belirtti. Olayda İngiliz etkisi olduğu görüşü ileri sürüldü.
İngiliz etkisinin bulunduğu ve ayaklanmanın bastırılmasında uçaklarında
kullanılacağının açıklanması, olayın basit olmadığını gösteriyordu.
Olayın yakından izleyen Mustafa Kemal, İstanbul'da
Heybeli adada dinlenmekte olan İsmet Paşa' ya, hemen Ankara'ya gelmesini
bildirdi. İsmet Paşa 20 Şubat 1925'te Ankara'ya hareket etti.21 Şubat' ta
Ankara'ya varan İsmet Paşa, istasyonda Mustafa Kemal ve bazı bakanlarca
karşılandı ve doğru Çankaya 'ya gidildi.
Bu esnada hükümet içinde münakaşalar olmuş ve İç
İşleri Bakanı istifa etmişti. Recep Bey ayaklanmayı daha endişeli bir hava
içinde karşılayarak, baş vekilden fazla ciddiye aldığı için itilafa düşmüşlerdi
.Bu arada Başbakan Fethi Bey istifa etmişti. İsmet İnönü bu olayı kitabında
şeyle anlatıyor .'' Bu günlerde Halk Partisi meclis grubu bir toplantı yaptı.
Hükümet Başkanı ayaklanma hakkında izahat verdi. Hadise üzerine geniş görüşmeler
oldu. Ben geçen yılın 22 Kasım ' ın da başbakanlıktan ayrılmıştım. Fakat parti
genel başkan vekilliği sıfatını muhafaza ediyordu. Bu sıfatla müzakerelere bende
katıldım ve hadiseye nasıl baktığımı anlattım. Gruptaki hadiseler sertleştikçe
hükümetin durumu güçleşiyordu. Bunun üzerine Fethi Bey istifa etti. Bundan sonra
Atatürk hükümet teşkili vazifesini bana verdi. 3 Mart' ta hükümet programını
mecliste okuyarak güven oyu aldık.''
Hükümet programında iki husus göze çarpıyordu. Bunlar
seferberlik ilan etmek ve Takriri Sükun kanunu çıkarmak. Bu kanunu işletebilmek
için iki İstiklal Mahkemesi kurulacaktı. Biri şarkta çalışacak, birinin merkezi
Ankara'da olacaktı.
Takriri Sükun kanunu iki maddeden oluşuyordu
:
1 -Hükümet lüzum gördüğü taktirde suçluları İstiklal
mahkemesine verebilecek.
2-İstiklal Mahkemesi davaları kendi kanunları ile
süratle yürütecek.
İsyan Bölgesi İstiklal Mahkemesi Aşağıdaki
gibi oluşuyordu:
Reis : Mahzar Müfit
Bey
Müdde-i Umumi : Ahmet Süreyya bey
Üye : Ali Saip
Üye : Lütfi Müfit
Yedek : Avni Doğan Bey
Müdde-i Umumi : Ahmet Süreyya bey
Üye : Ali Saip
Üye : Lütfi Müfit
Yedek : Avni Doğan Bey
Ankara İstiklal Mahkemesi Aşağıdaki gibi
oluşuyordu:
Reis : Ali Bey ( Çetin Kaya
)
Müdde-i Umumi : Necip Ali Bey
Üye : Kılıç Ali
Üye : Ali Bey
Yedek : Raşit Galip Bey
Müdde-i Umumi : Necip Ali Bey
Üye : Kılıç Ali
Üye : Ali Bey
Yedek : Raşit Galip Bey
Şeyh Sait İsyanının
Bastırılması
Bir gece Mustafa Kemal Çankaya'da, İsmet Paşa, Fevzi
Çakmak ve ikinci başkan Kazım Paşalarla ayaklanmanın bastırılması için alınacak
önlemleri görüşmek üzere toplandılar . Hazırlanan plana göre ayaklanma bölgesi
büyük askeri kuvvetlerle sarılacak, harekât Erzurum, Erzincan, Sivas,
Diyarbakır, Mardin üzerinden yollanacak birliklerce ve hava kuvvetleri desteği
ile yapılacaktı.
Mardin ve Diyarbakır'a gönderilecek birlik, araç ve
malzemenin güney demir yollarından gönderilmesi gerekiyordu.
Bu demir yollarının
bir kısmının geçtiği Suriye Fransa Mandasında olup, Lozan ' da kabul edilmiş
olan Ankara Antlaşması gereğince Türkiye bu demir yollarından asker taşıma
hakkına önceden Fransa 'ya bildirmesi şartı ile sahipti. Bu sebeple Türkiye,
Paris elçiliği aracılığı ile Fransa Hükümetine bir nota vererek Şeyh Sait
ayaklanması dolayısıyla demir yolundan asker yollanacağını bildirdi. Fransa bu
isteği uygun buldu.
Fakat, İngiltere'nin Paris elçiliği durum hakkında bilgi
isteyerek, asker naklini geciktirici bir girişimde bulundu. Bu davranışı bile
İngiltere'nin bu ayaklanma arkasında olduğu görüşünü
kuvvetlendiriyordu.
Ordu birlikleri Erzurum, Mardin, Diyarbakır ve
Malatya bölgelerinde yığınağını yaparken, Şeyh Sait'te Diyarbakır üzerine
yürümüş ve 7-8 Mart 1925'te yenilgiye uğramıştı. Ayaklanmanın güneye doğru yolu
tıkanmış ve asileri çembere alma ihtimali doğmuştu. Şeyh Sait Dersim ve Muş
yöresi ağalarını da ayaklanmaya çağırdı ise de; şeriat ve hilafet adına yapılan
bu hareket, özellikle Diyarbakır yenilgisinden sonra ilgi görmedi. 9 Mart' ta
Diyarbakır'a gelen bazı İngiliz silah fabrikaları katalogları ve mektupların
üzerinde 'Kürdistan Kraliyeti Harbiye Bakanlığı ' yazısının bulunması,
Diyarbakır'ın Şeyh Sait'in eline geçmesinin en önemli adım olduğunu gösteriyor
ve İngiltere'nin olayı desteklediği kanısını kuvvetlendiriyordu.
Diyarbakır yenilgisi ayaklanmanın dönüm noktası oldu,
Seferber edilmiş kuvvetlerle 10 Mart' ta Diyarbakır çevresi asilerden
temizlendi, 14 Mart' ta Şeyh Sait'in oğullarından birinin Varto'da yapılan
çatışmada öldüğü bildirildi, 16 Mart' ta seferber edilen subaylara ve askere iki
şer maaş avans ödenmesi kanunu ve 23 Mart' ta da, sıkı yönetimin bir ay
uzatılması kabul edildi.
Yığınaklarını tamamlayan ordu birlikleri 26 Mart' tan
itibaren Varto, Elazığ ve Diyarbakır üzerinden karşı harekâta başladı. Asiler
dört yönden kuşatıldılar, Düzenli bir şekilde çembere alınarak Irak, İran ve
Suriye'ye kaçmaları önlendi. 31 Mart' ta Diyarbakır ve Elazığ'dan gelen
kuvvetler birleşerek Şeyh Sait'in karargâhının bulunduğu Hani'ye girdiler. 2
Nisan da kuşatmanın son bölümü de tamamlanınca asiler ve ana kuvvetler arasında
çatışma başladı. Nisan' da Palu, Silvan ve Piran ele geçti. Bütün asiler Tunceli
yönünde kaçmaya başladılar,
Geçtikçe artan başarılı harekât sonunda, ayaklanma
Nisan ayı ortasında tamamı ile bastırıldı ve Şeyh Sait ele geçti. Bu durum,
hükümetin 15 Nisan tarihli resmi bildirgesi ile açıklandı.
Ayaklanmanın bastırılmasından sonra ilk iş olarak
merkezi Diyarbakır'da olmak üzere bir genel müfettişlik kuruldu.
Şeyh Sait yakalandıktan sonra yandaşları ile birlikte
İsyan Bölgesi İstiklal Mahkemesi'ne verildi.
İstiklal Mahkemesi asilerin idamına karar verdi ve bu
bir gün sonra gerçekleşti.
Şeyh Sait İsyanının Kronolojisi
16 Şubat 1925 - Şeyh Sait’e bağlı isyancılar Tunceli
ilinin merkezi Darahini’yi alarak kasabayı yağmaladı.
21 Şubat 1925 - Bazı doğu illerinde sıkıyönetim ilan
edildi.
21 Şubat 1925 - Şeyh Sait’e bağlı isyancılar Kıs
ovasında hükümet kuvvetleriyle çarpıştı.
24 Şubat 1925 - Şeyh Sait’e bağlı isyancılar Elazığ’ı
ele geçirdi.
25 Şubat 1925 - Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda “Dinin
politikaya alet edilemeyeceği ve bu suçun da vatan hıyaneti sayılacağı”na
ilişkin değişiklik yapıldı.
26 Şubat 1925 - Şeyh Sait’e bağlı isyancılar Hani’yi
işgal etti.
7 Mart 1925- Şeyh Sait’e bağlı isyancılar Diyarbakır
üzerine hücuma geçti.
8 Mart 1925 - Diyarbakır’da Mürsel Paşa komutasındaki
ordu birlikleri Şeyh Sait’e bağlı isyancıları dağıttı.
4 Mart 1925 - Hükümete geniş yetkiler veren Takrir-i
Sükûn Kanunu kabul edildi.
4 Mart 1925 - TBMM isyan bölgesinde ve Ankara’da
birer İstiklal Mahkemesi kurulmasına karar verdi.
23 Mart 1925 - Doğu illerinin bir bölümünde ilan
edilen sıkıyönetim 1 ay daha uzatıldı.
25 Mart 1925 - Şeyh Sait’e bağlı isyancılar Silvan’ı
ele geçirdi.
31 Mart 1925 - İsyan bölgesinde Divan-ı Harp’çe
verilen idam cezalarının ayrıca onay gerektirmeden yerine getirilmesi hakkındaki
kanun kabul edildi.
31 Mart 1925 - Ordu birlikleri Lice ve Silvan’ı ele
geçirdi.
12 Nisan 1925 - İsyanın başı Şeyh Sait
yakalandı.
20 Nisan 1925 - Bazı doğu illerindeki sıkıyönetim 7
ay uzatıldı.
29 Haziran 1925 - Doğu İstiklal Mahkemesi’nce ölüm
cezasına çarptırılan Şeyh Sait ve isyanı yönetenler idam edildi.
Mondros Bırakışması
1916’da Küt-ül Amara’da
Türklerce tutsak edilmiş olan İngiliz Tümgenerali Charles
Townshend’in de arabuluculuğu ile, İngiliz Akdeniz Filosu
Başkomutanı Koramiral Arthur Gough Calthorpe, Sadrazam Ahmet İzzet
Paşa’ya 22 Ekim 1918’de gönderdiği yazıda, bırakışma
koşullarını kendisiyle görüşme yetkisi olduğunu; dolayısıyla, Midilli
[Limni] adasındaki Mondros’a bir kurul
göndermesini bildirmişti. Padişah Vahdettin, Mondros’a gidecek
olan kurula kayın biraderi Damat Mehmet Ferit’in başkanlık
etmesini istiyordu. Ferit, Londra’daki Osmanlı
Büyükelçiliğinde sekreterlik yapmıştı ve İttihat ve Terakki
Partisi’nin muhalifi Hürriyet ve İtilaf
Partisi’nin önderi olarak biliniyordu. Sadrazam İzzet Paşa, Padişahın
bu istemini ‘çılgınlık’ olarak nitelemişti; ama Padişah isteminde direnmiş
ve Ferit’in, Ayan Meclisi’nde İzzet Paşa’yla görüşmesini
önermiş;1 ama İzzet Paşa, kabineye
danıştıktan sonra Damat Ferit’i bu göreve getirmeye karşı çıkmış; bırakışma
kurulunun başkanlığına Deniz Bakanı Hüseyin Rauf’u atamıştı.
Padişah bu atanmayı kırgınlıkla kabullenmiş; ama, kurula verilecek olan
yönergelerde Halifelik, Sultanlık ve Osmanlı hanedanının haklarının büsbütün
güvence altına alınması ve herhangi bir Osmanlı iline özerklik verilirse, bunun
siyasi değil, yönetsel (idari) olmasının serdedilmesi koşulunu öne
sürmüştü.2 İzzet Paşa’ya göre,
Padişahın öne sürmüş olduğu koşulların bırakışma ile hiçbir ilgisi yoktu. Ancak,
Padişah, savaş yenilgisinin yaratmış olduğu kargaşa içinde Osmanlı hanedanlığı
ve kuruluşlarının sönüp gitmesi olasılığından kaygılanıyordu ve bu da, kendi
tahtını kurtarmaktan başka birşeye önem vermediğini gösteriyordu.3
Bu arada, 27 Ekim’de başlayan ve oldukça çetin ve iddialı geçen Mondros görüşmelerinden sonra;4 30 Ekim’de Osmanlı temsilcileri, İngiliz temsilcileriyle bırakışmayı imzalamış; Osmanlı Devleti’ne kısmen zorla kabul ettirilmiş olan teslim koşullarını uygulamayı kabullenmişlerdi. Türk görüşünce, bırakışmanın en kötü maddeleri veya daha sonra ihlalinden şikâyet edilenler şunlardı:
‘Madde 1 - Çanakkale ve Karadeniz Boğazları güvenlik içinde ve özgür olarak seyrüsefere (dolaşıma) açılacak; boğazlardaki istihkâmlar Bağlaşık Devletlerce işgal edilecektir.
‘Madde 5 - Hudut karakolları ve iç düzeni korumada kullanılacak az sayıda askeri güç dışında tüm Türk orduları hemen terhis edilecektir.
‘Madde 7 - Bağlaşık Devletler’in güvenliğini tehlikeye koyacak bir durum olursa, Bağlaşıklar, Türkiye’nin herhangi bir stratejik noktasını işgal edecektir.
‘Madde 10 - Bağlaşık Devletler, Toros tünelleri şebekesini işgal edecektir.
‘Madde 11 - Bütün trenlere Bağlaşık Devletler’in denetim yetkilileri yerleştirilecek; bu yetkililer, trenleri diledikleri gibi özgürce kullanabilecek; ama halkın gereksinimlerini dikkate alacaklardır.
‘Madde 22 - Türk savaş tutsakları, Bağlaşık Devletler’in dilediği biçimde elden çıkarılacaktır.
‘Madde 24 - Altı Ermeni illerinde (!) [Doğu İlleri kastediliyor] karışıklık çıkarsa Bağlaşık Devletler oralarını işgal hakkını koruyacaklardır’.11
Padişah Vahdettin de bırakışma koşullarını sert bulmuş, ama Sadrazam İzzet Paşa’nın Mondros’dan aldığı 27 Ekim 1918 tarihli iyimser telgrafın suretini kendisine göstermesi üzerine şöyle demişti:
‘Bu koşulları, ağır olmalarına karşın kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngiltere’nin Doğu’da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkâr siyaseti değişmeyecektir. Biz onların müsamahasını daha sonra elde ederiz’.5 6
Buna karşın, Vahdettin, Osmanlı kurulu üyeleri Mondros’tan İstanbul’a dönerek Galata rıhtımına çıkarken onları karşılamak için rıhtıma gitmemiş; Dolmabahçe’de de karşılamamış; hasta olduğu özürüyle, onları yarım gün beklettikten sonra, bırakışmanın koşulları konusunda başmabeyincisi Lütfi Simavi’ye bilgi vermeleri için mesaj göndermişti.7 Padişah, o sırada en kötü düşlerinin gerçekleşmeye başlamış olduğunu ve Bağlaşıklar’ın, Osmanlı Devleti’ni ele geçirmek için bırakışmadan yararlanacaklarını tahmin etmişti.8
Öte yandan, bırakışmanın imzalanmış olduğunu 31 Ekim’de gelmiş olduğu Adana’da öğrenmiş olan Mustafa Kemal, Zaman gazetesine verdiği demeçte, bırakışma koşullarının büsbütün aleyhte olmadığı görüşünü desteklemiş; Bulgarların Türklerden daha güç bir durumda olduklarına değinerek, İzzet Paşa kabinesini ve özellikle bu kabinedeki dostu Hüseyin Rauf’u muhalefetin saldırılarına karşı savunmaya çalışmış;9 ama yine de Bağlaşıklar’ın niyetinden kuşku-lanmıştı. Kemal, bırakışmanın, Bağlaşıklar’a geniş yetkiler veren 7. ve 8. maddelerinin, onlara, ülkeyi işgal etme olanağını sağladığına inanmış; Adana’daki Yıldırım Orduları Grubu merkezinden Sadrazama 3 Kasım’da gönderdiği telgrafta bırakışma hakkında bilgi istemiş; İzzet Paşa’nın verdiği cılız yanıttan tatmin olmayarak, bırakışmanın kimi koşullarını eleştirmişti.10
Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçtikten sonra, bırakışmayı ve Bağlaşık Devletler’i, özellikle İngiltere’yi söyle kınamıştı:
‘... Harb-i umuminin sonlarına doğru, milliyetler esasına müstenit vaatler üzerine, Hükümet’i Osmaniyemiz de adilane bir sulha nail olmak emeliyle mütarekeye talip oldu. Devletlerin şahsiyet-i maneviyesi ve vaziul-imza murahhasların namus-u zatileri ziman ve kefaletinde bulunan işbu mutarekename ahkâmı bir tarafa bırakılarak, İtilaf Devletleri kuvay-i askeriyesi, payitaht-i saltanat ve makarr-ı celil-i hilafet olan İstanbul’umuzu işgal etti. Gün geçtikçe artan bir şiddetle hukuk-u hilafet ve saltanat, haysiyet-i hükümet, izzetinefs-i millimiz tecavüz ve taaddilere uğradı.’.11
Aynı görüşleri 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde de yineleyecek olan Mustafa Kemal’e göre, Türk ulusu adaletli bir barışa kavuşmayı umarken, bırakışma koşulları, Türk yurdu ve ulusuna karşı kötüye kullanılıyor, zorla uygulanıyordu.12
1- İnal, s.1987.
2- Türkgeldi: Mondros ve Mudanya Mütarekeleri, s.155.
3- Mango, s.188.
4- Bu görüşmelerle ilgili olarak bkz. İDA, FO 371/5259/E 532: İngiltere Deniz Bakanlığı’ndan Dışişleri Bakanlığı’na yazı, no.M.01743, 2.6.1920; Türkgeldi, a.g.e., 33-34; Dyer, s.318 vd.
5- İDA, FO 371/3449/181110: Bırakışma Belgeleri; BFSP, 1917-1918, c. CXI, s.611- 613; Orbay: ‘Siyasi Hatıraları’, a.g.e., s.49; Türkgeldi, a.g.e., s.33-34 ve 66-68; Takvim-i Vekayi, 3.11.1918; Yeni gün, 2.11.1918; Minber, 17.11.1918; Vakit, 3/18.11.1918; ASD, s.1; Söylev 1, s.256 vd.; İsmet İnönü: ‘Devlet kurucusu Atatürk’, Belleten, XXXIII, sayı 129, Ocak 1969, s.1-2; Bayur, s.176; Gökbilgin, s.3; Bayar, 97-98; Sonyel: Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, I, s.7-8; Temperley, s.495; Mears, s.624-626; Kinross, s.128-129.
6- Jaeschke Gotthard: ‘Mondros’a giden yol’, Belleten, sayı 109, c.28, Ocak 1964, Jaeschke: Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, s.22; L’Illustration, 6.8.1921; Salahi R. Sonyel: ‘1919 yılı İngiliz belgelerinin ışığında Mustafa Kemal ve milli mukavemet’, Türk Kültürü, sayı 85, Kasım 1969, s.47 vd.
7- İstanbul Basını, 2.11.1918; Orbay, ‘Siyasi Hatıraları’, a.g.e., s.152-153; Ku-tay: ‘Orbay’, a.g.e., s.143-4; TİH I, s.138; Türkgeldi, s.64; Tansel: Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, s.127
8- Shaw 1, s.105.
9- Ziya Somar: ‘Manda ve meşhur mandacılar’, Tarih Konuşuyor, c.3, sayı 14, Mart 1965, s.1146
10- Vakit, 3.11.1918; Türkgeldi, s.68; Nutuk I, s. 256 vd.; Jaeschke, Belleten 109, s.152; Jaeschke: Kronoloji, s.1.
11- Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’ni açış söylevi, 23.7.1919, ASD, s.3-7.
12- ASD, s.8-11; ATTB, s.14-22; Bayur, s.179-184; Sonyel, Türk Kültürü, a.g.e., s.75-76.
Bu arada, 27 Ekim’de başlayan ve oldukça çetin ve iddialı geçen Mondros görüşmelerinden sonra;4 30 Ekim’de Osmanlı temsilcileri, İngiliz temsilcileriyle bırakışmayı imzalamış; Osmanlı Devleti’ne kısmen zorla kabul ettirilmiş olan teslim koşullarını uygulamayı kabullenmişlerdi. Türk görüşünce, bırakışmanın en kötü maddeleri veya daha sonra ihlalinden şikâyet edilenler şunlardı:
‘Madde 1 - Çanakkale ve Karadeniz Boğazları güvenlik içinde ve özgür olarak seyrüsefere (dolaşıma) açılacak; boğazlardaki istihkâmlar Bağlaşık Devletlerce işgal edilecektir.
‘Madde 5 - Hudut karakolları ve iç düzeni korumada kullanılacak az sayıda askeri güç dışında tüm Türk orduları hemen terhis edilecektir.
‘Madde 7 - Bağlaşık Devletler’in güvenliğini tehlikeye koyacak bir durum olursa, Bağlaşıklar, Türkiye’nin herhangi bir stratejik noktasını işgal edecektir.
‘Madde 10 - Bağlaşık Devletler, Toros tünelleri şebekesini işgal edecektir.
‘Madde 11 - Bütün trenlere Bağlaşık Devletler’in denetim yetkilileri yerleştirilecek; bu yetkililer, trenleri diledikleri gibi özgürce kullanabilecek; ama halkın gereksinimlerini dikkate alacaklardır.
‘Madde 22 - Türk savaş tutsakları, Bağlaşık Devletler’in dilediği biçimde elden çıkarılacaktır.
‘Madde 24 - Altı Ermeni illerinde (!) [Doğu İlleri kastediliyor] karışıklık çıkarsa Bağlaşık Devletler oralarını işgal hakkını koruyacaklardır’.11
Padişah Vahdettin de bırakışma koşullarını sert bulmuş, ama Sadrazam İzzet Paşa’nın Mondros’dan aldığı 27 Ekim 1918 tarihli iyimser telgrafın suretini kendisine göstermesi üzerine şöyle demişti:
‘Bu koşulları, ağır olmalarına karşın kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngiltere’nin Doğu’da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkâr siyaseti değişmeyecektir. Biz onların müsamahasını daha sonra elde ederiz’.5 6
Buna karşın, Vahdettin, Osmanlı kurulu üyeleri Mondros’tan İstanbul’a dönerek Galata rıhtımına çıkarken onları karşılamak için rıhtıma gitmemiş; Dolmabahçe’de de karşılamamış; hasta olduğu özürüyle, onları yarım gün beklettikten sonra, bırakışmanın koşulları konusunda başmabeyincisi Lütfi Simavi’ye bilgi vermeleri için mesaj göndermişti.7 Padişah, o sırada en kötü düşlerinin gerçekleşmeye başlamış olduğunu ve Bağlaşıklar’ın, Osmanlı Devleti’ni ele geçirmek için bırakışmadan yararlanacaklarını tahmin etmişti.8
Öte yandan, bırakışmanın imzalanmış olduğunu 31 Ekim’de gelmiş olduğu Adana’da öğrenmiş olan Mustafa Kemal, Zaman gazetesine verdiği demeçte, bırakışma koşullarının büsbütün aleyhte olmadığı görüşünü desteklemiş; Bulgarların Türklerden daha güç bir durumda olduklarına değinerek, İzzet Paşa kabinesini ve özellikle bu kabinedeki dostu Hüseyin Rauf’u muhalefetin saldırılarına karşı savunmaya çalışmış;9 ama yine de Bağlaşıklar’ın niyetinden kuşku-lanmıştı. Kemal, bırakışmanın, Bağlaşıklar’a geniş yetkiler veren 7. ve 8. maddelerinin, onlara, ülkeyi işgal etme olanağını sağladığına inanmış; Adana’daki Yıldırım Orduları Grubu merkezinden Sadrazama 3 Kasım’da gönderdiği telgrafta bırakışma hakkında bilgi istemiş; İzzet Paşa’nın verdiği cılız yanıttan tatmin olmayarak, bırakışmanın kimi koşullarını eleştirmişti.10
Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçtikten sonra, bırakışmayı ve Bağlaşık Devletler’i, özellikle İngiltere’yi söyle kınamıştı:
‘... Harb-i umuminin sonlarına doğru, milliyetler esasına müstenit vaatler üzerine, Hükümet’i Osmaniyemiz de adilane bir sulha nail olmak emeliyle mütarekeye talip oldu. Devletlerin şahsiyet-i maneviyesi ve vaziul-imza murahhasların namus-u zatileri ziman ve kefaletinde bulunan işbu mutarekename ahkâmı bir tarafa bırakılarak, İtilaf Devletleri kuvay-i askeriyesi, payitaht-i saltanat ve makarr-ı celil-i hilafet olan İstanbul’umuzu işgal etti. Gün geçtikçe artan bir şiddetle hukuk-u hilafet ve saltanat, haysiyet-i hükümet, izzetinefs-i millimiz tecavüz ve taaddilere uğradı.’.11
Aynı görüşleri 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde de yineleyecek olan Mustafa Kemal’e göre, Türk ulusu adaletli bir barışa kavuşmayı umarken, bırakışma koşulları, Türk yurdu ve ulusuna karşı kötüye kullanılıyor, zorla uygulanıyordu.12
1- İnal, s.1987.
2- Türkgeldi: Mondros ve Mudanya Mütarekeleri, s.155.
3- Mango, s.188.
4- Bu görüşmelerle ilgili olarak bkz. İDA, FO 371/5259/E 532: İngiltere Deniz Bakanlığı’ndan Dışişleri Bakanlığı’na yazı, no.M.01743, 2.6.1920; Türkgeldi, a.g.e., 33-34; Dyer, s.318 vd.
5- İDA, FO 371/3449/181110: Bırakışma Belgeleri; BFSP, 1917-1918, c. CXI, s.611- 613; Orbay: ‘Siyasi Hatıraları’, a.g.e., s.49; Türkgeldi, a.g.e., s.33-34 ve 66-68; Takvim-i Vekayi, 3.11.1918; Yeni gün, 2.11.1918; Minber, 17.11.1918; Vakit, 3/18.11.1918; ASD, s.1; Söylev 1, s.256 vd.; İsmet İnönü: ‘Devlet kurucusu Atatürk’, Belleten, XXXIII, sayı 129, Ocak 1969, s.1-2; Bayur, s.176; Gökbilgin, s.3; Bayar, 97-98; Sonyel: Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, I, s.7-8; Temperley, s.495; Mears, s.624-626; Kinross, s.128-129.
6- Jaeschke Gotthard: ‘Mondros’a giden yol’, Belleten, sayı 109, c.28, Ocak 1964, Jaeschke: Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, s.22; L’Illustration, 6.8.1921; Salahi R. Sonyel: ‘1919 yılı İngiliz belgelerinin ışığında Mustafa Kemal ve milli mukavemet’, Türk Kültürü, sayı 85, Kasım 1969, s.47 vd.
7- İstanbul Basını, 2.11.1918; Orbay, ‘Siyasi Hatıraları’, a.g.e., s.152-153; Ku-tay: ‘Orbay’, a.g.e., s.143-4; TİH I, s.138; Türkgeldi, s.64; Tansel: Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, s.127
8- Shaw 1, s.105.
9- Ziya Somar: ‘Manda ve meşhur mandacılar’, Tarih Konuşuyor, c.3, sayı 14, Mart 1965, s.1146
10- Vakit, 3.11.1918; Türkgeldi, s.68; Nutuk I, s. 256 vd.; Jaeschke, Belleten 109, s.152; Jaeschke: Kronoloji, s.1.
11- Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’ni açış söylevi, 23.7.1919, ASD, s.3-7.
12- ASD, s.8-11; ATTB, s.14-22; Bayur, s.179-184; Sonyel, Türk Kültürü, a.g.e., s.75-76.
Mimar Sinan'ın Ölümü
İstanbul'u suya kavuşturan Sinan susuz evde
vefat ediyor.
İstanbul devamlı bir su problemi içerisindedir. Bu problemin çaresi asırlar önce Kanuni zamanında, Mimar Sinan'ın günlerinde konuşulmuş ve en büyük çare Sinan'la bulunmuştur. İstanbul'un o günkü nüfusu çoğalınca Kanuni Sultan Süleyman, Sinan'ı çağırır, der ki:
"Mimarbaşı, halkımız su ihtiyacı içinde. Bir at yükü suya çok miktar akçe ödüyorlar. Acaba halkımızın bu su ihtiyacını karşılamak için birşeyler düşünmez misiniz?"
Mimarbaşı der ki:
"Sultanım siz müsaade buyurun, ben İstanbul'un çevresini bir dolaşayım, dışarıda mevcut suları İstanbul'a getirmenin mümkün olup olmadığını bir inceleyeyim ve ondan sonra size bir cevap veririm."
Ve Sinan Ağa atına biner, yanına yardımcılarını da alır, Çekmece'den başlayarak kıyıları dolaşır, Beşiktaş'a kadar istanbul'un kıyılarında, dereleri, akan suları tespit eder. Bu suların önü örüldüğü, baraj yapıldığı takdirde nereye kadar yükselir, nereden nereye kemer yapılarak İstanbul'a getirilebilir, bunun günlerce hesabını yapar ve Kanuni'nin huzuruna çıkar.
Sultan sorar:
"Mimarbaşı, İstanbul'a su getirmek mümkün müdür?"
Mimarbaşının cevabı:
"Belki sultanım, mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var."
"Nedir o mimarbaşı?"
"Sultanım, altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak İstanbul'a su gelebilir."
Kanuni'nin cevabı şu olur:
"Mimarbaşı sen İstanbul'a su getirmenin mümkün olup olmadığını söyle. Eğer mümkünse ben keseleri uç uca değil, yan yana dizmeye razıyım."
Bunun üzerine Mimar Sinan kolları sıvar ve İstanbul'un dışındaki suları Kağıthane civarında belli yerlerde toplar, oradan da dere içlerine büyük geçitler yaparak İstanbul'a getirir ve şehrin belli meydanlarında umumi çeşmeler yaparak suyu akıtır. Bu çeşmelerin tamamı da kırkı bulur. Ve Kırk Çeşme suları akmaya başlar.
O güne gelinceye kadar, musluk gibi bir adet olmadığı için sular boşa akıp gitmektedir. O gün çok pahalıya mal olan suyu artık bostanlara, yollara akıtmak istemiyorlar ve ilk defa İstanbul'da lüle dedikleri musluğu çeşmelere koyuyorlar.
Su böylesine pahalıya geldiği ve kıymet kazanmaya başladığı için Kanuni bir ferman çıkarır, der ki:
"İstanbul meydanlarındaki umumi çeşmeler halkın malıdır. Hiç kimse bu çeşmelerden gizlice yeraltından evine su alamayacaktır."
Bu umumi kaidenin bir istisnasını da koyar Kanuni. O da özel olarak Sinan'a iletilir.
Denir ki:
"Sen İstanbul'a böylesine güzel bir çalışma sonunda kırk çeşme sularını getirdin. Sen evine özel olarak bir lüle su alabilirsin."
Ve Süleymaniye civarındaki meydan çeşmesinden Sinan'ın evine özel olarak yol yapılır ve su akıtılır. Böylece Mimar Sinan evinde özel suyu olan tek kişi olur.
Mimar Sinan Şehzadebaşı Camiini, Süleymaniye Camiini ve Edirne'deki Selimiye Camiini yaptıktan sonra yaşlanır. Devir hep öyle geçmemiştir. İtibarının yüksekte olduğu devirde, kendisinin kıymetini takdir edenler bir bir bu dünyadan göçmüşlerdir. Kanuni vefat etmiştir, yerine başka padişahlar geçmiştir. Ve Sinan 99 yaşına gelmiştir. Çevresindeki dostları göçtüğü için de kendisi istanbul'da adeta yapayalnız kalmıştır. Ve yeni bir nesil yetişmiştir.
Bir gün Sinan'ın kapısına birisi gelip dayanır. Kapıyı çalar. Sinan bastonuna dayanarak kapıyı açar, "Buyurun" der.
Gelen meçhul ihsan, "Ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi divana çağırıyorlar. Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız" der.
Sinan Ağa, bu ihtiyar halinde, dostlarının tümünün göçüp gittiği, kendisini eserleri inşaat halindeyken görenlerin kalmadığı bu ihtiyar dünyada, "Acaba Topkapı Sarayına niye çağırılıyorum?" diye bastonuna dayana dayana gider.
Saraya girer, orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur: Kadılar, ulemalar, müftüler, o günün vükelası. Sinan'a şöyle derler:
"Sinan Ağa, hakkında şikayet var. Eve su almak yasak olduğu, hiç kimse evine özel olarak su almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, sizin evinizde özel su varmış."
"Evet," der, "Cihan Padişahı bana öyle özel olarak müsaade etmişti. İstanbul'a yaptığım su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma müsaade etmişti de almıştım."
"O zaman şu müsaadenizi, fermanı görelim de ses çıkarmayalım. Kimseye verilmemesine rağmen, sizinki devam etsin."
Sinan'ın cevabı şu:
"Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemekten hicap etmiştim. Fermanım falan yok, ama su benim evimde akıyor."
Divan müşkül durumda kalır, konuşmalar olur:
"Sinan büyük hizmetler etmiştir, evinde suyu aksın."
Oradan başkaları cevap verir:
"Bu Âl-i Osman'a hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır. Ya onların da evine özel su verilsin, ya da Sinan'a da bu ayrıcalık tanınmasın."
Divanda uzun münakaşalar olur, son olarak verilen karar şudur:
"Sinan gibi diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre, Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandığı su fermansız kullandığı için bir cezaya mucip olmamalıdır."
Ve bu karardan sonra Sinan evine gelir. Üzgün, bezgin, fakat fazla müteessir değil. Çünkü Sinan hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık tanınsın, özel bir mükafat verilsin diye değil.
Ve Sinan 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Vefat sırasında bir bezi suya batırıp da dudağına çalmak isterlerken bakarlar ki, evindeki musluktan su akmıyor. İstanbul'a su getiren Sinan, susuz evde vefat eder. Vefat sırasında bu olayı başında konuşanlara verdiği cevap enteresandır:
"Biz hizmetimizi dünyada bir bardak suya satacak kadar menfaat düşkünü değiliz. Biz hizmetimizi Allah için yaptık ve mükafatını da ahirette bekliyoruz. Dünyada evimize su verilmediği için müteessir değiliz. Yaptığım hizmet helal olsun..."
Bu olayın bizlere verdiği mesajlar vardır. Dünyaya, şana, şöhrete, dosta, ahbaba, arka olmalara fazla güvenmemeli. Dünya öyle güvenilecek, insanlar öyle bel bağlanacak kadar vefalı değillerdir. Şartlar değişir, bugün sırtımız çok sağlam yerde olur, çok itibarlı insanlarla yakınlığımız olur. Ama yarın bir de bakarız ki, onların hepsi göçüp gitmiş, biz de dayanacak kimse bulamamışız.
"Hey gidi dünya hey. İstanbul'u suya kavuşturan Sinan susuz evde vefat ediyor."
Allah Rahmet Eylesin..
İstanbul devamlı bir su problemi içerisindedir. Bu problemin çaresi asırlar önce Kanuni zamanında, Mimar Sinan'ın günlerinde konuşulmuş ve en büyük çare Sinan'la bulunmuştur. İstanbul'un o günkü nüfusu çoğalınca Kanuni Sultan Süleyman, Sinan'ı çağırır, der ki:
"Mimarbaşı, halkımız su ihtiyacı içinde. Bir at yükü suya çok miktar akçe ödüyorlar. Acaba halkımızın bu su ihtiyacını karşılamak için birşeyler düşünmez misiniz?"
Mimarbaşı der ki:
"Sultanım siz müsaade buyurun, ben İstanbul'un çevresini bir dolaşayım, dışarıda mevcut suları İstanbul'a getirmenin mümkün olup olmadığını bir inceleyeyim ve ondan sonra size bir cevap veririm."
Ve Sinan Ağa atına biner, yanına yardımcılarını da alır, Çekmece'den başlayarak kıyıları dolaşır, Beşiktaş'a kadar istanbul'un kıyılarında, dereleri, akan suları tespit eder. Bu suların önü örüldüğü, baraj yapıldığı takdirde nereye kadar yükselir, nereden nereye kemer yapılarak İstanbul'a getirilebilir, bunun günlerce hesabını yapar ve Kanuni'nin huzuruna çıkar.
Sultan sorar:
"Mimarbaşı, İstanbul'a su getirmek mümkün müdür?"
Mimarbaşının cevabı:
"Belki sultanım, mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var."
"Nedir o mimarbaşı?"
"Sultanım, altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak İstanbul'a su gelebilir."
Kanuni'nin cevabı şu olur:
"Mimarbaşı sen İstanbul'a su getirmenin mümkün olup olmadığını söyle. Eğer mümkünse ben keseleri uç uca değil, yan yana dizmeye razıyım."
Bunun üzerine Mimar Sinan kolları sıvar ve İstanbul'un dışındaki suları Kağıthane civarında belli yerlerde toplar, oradan da dere içlerine büyük geçitler yaparak İstanbul'a getirir ve şehrin belli meydanlarında umumi çeşmeler yaparak suyu akıtır. Bu çeşmelerin tamamı da kırkı bulur. Ve Kırk Çeşme suları akmaya başlar.
O güne gelinceye kadar, musluk gibi bir adet olmadığı için sular boşa akıp gitmektedir. O gün çok pahalıya mal olan suyu artık bostanlara, yollara akıtmak istemiyorlar ve ilk defa İstanbul'da lüle dedikleri musluğu çeşmelere koyuyorlar.
Su böylesine pahalıya geldiği ve kıymet kazanmaya başladığı için Kanuni bir ferman çıkarır, der ki:
"İstanbul meydanlarındaki umumi çeşmeler halkın malıdır. Hiç kimse bu çeşmelerden gizlice yeraltından evine su alamayacaktır."
Bu umumi kaidenin bir istisnasını da koyar Kanuni. O da özel olarak Sinan'a iletilir.
Denir ki:
"Sen İstanbul'a böylesine güzel bir çalışma sonunda kırk çeşme sularını getirdin. Sen evine özel olarak bir lüle su alabilirsin."
Ve Süleymaniye civarındaki meydan çeşmesinden Sinan'ın evine özel olarak yol yapılır ve su akıtılır. Böylece Mimar Sinan evinde özel suyu olan tek kişi olur.
Mimar Sinan Şehzadebaşı Camiini, Süleymaniye Camiini ve Edirne'deki Selimiye Camiini yaptıktan sonra yaşlanır. Devir hep öyle geçmemiştir. İtibarının yüksekte olduğu devirde, kendisinin kıymetini takdir edenler bir bir bu dünyadan göçmüşlerdir. Kanuni vefat etmiştir, yerine başka padişahlar geçmiştir. Ve Sinan 99 yaşına gelmiştir. Çevresindeki dostları göçtüğü için de kendisi istanbul'da adeta yapayalnız kalmıştır. Ve yeni bir nesil yetişmiştir.
Bir gün Sinan'ın kapısına birisi gelip dayanır. Kapıyı çalar. Sinan bastonuna dayanarak kapıyı açar, "Buyurun" der.
Gelen meçhul ihsan, "Ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi divana çağırıyorlar. Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız" der.
Sinan Ağa, bu ihtiyar halinde, dostlarının tümünün göçüp gittiği, kendisini eserleri inşaat halindeyken görenlerin kalmadığı bu ihtiyar dünyada, "Acaba Topkapı Sarayına niye çağırılıyorum?" diye bastonuna dayana dayana gider.
Saraya girer, orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur: Kadılar, ulemalar, müftüler, o günün vükelası. Sinan'a şöyle derler:
"Sinan Ağa, hakkında şikayet var. Eve su almak yasak olduğu, hiç kimse evine özel olarak su almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, sizin evinizde özel su varmış."
"Evet," der, "Cihan Padişahı bana öyle özel olarak müsaade etmişti. İstanbul'a yaptığım su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma müsaade etmişti de almıştım."
"O zaman şu müsaadenizi, fermanı görelim de ses çıkarmayalım. Kimseye verilmemesine rağmen, sizinki devam etsin."
Sinan'ın cevabı şu:
"Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemekten hicap etmiştim. Fermanım falan yok, ama su benim evimde akıyor."
Divan müşkül durumda kalır, konuşmalar olur:
"Sinan büyük hizmetler etmiştir, evinde suyu aksın."
Oradan başkaları cevap verir:
"Bu Âl-i Osman'a hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır. Ya onların da evine özel su verilsin, ya da Sinan'a da bu ayrıcalık tanınmasın."
Divanda uzun münakaşalar olur, son olarak verilen karar şudur:
"Sinan gibi diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre, Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandığı su fermansız kullandığı için bir cezaya mucip olmamalıdır."
Ve bu karardan sonra Sinan evine gelir. Üzgün, bezgin, fakat fazla müteessir değil. Çünkü Sinan hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık tanınsın, özel bir mükafat verilsin diye değil.
Ve Sinan 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Vefat sırasında bir bezi suya batırıp da dudağına çalmak isterlerken bakarlar ki, evindeki musluktan su akmıyor. İstanbul'a su getiren Sinan, susuz evde vefat eder. Vefat sırasında bu olayı başında konuşanlara verdiği cevap enteresandır:
"Biz hizmetimizi dünyada bir bardak suya satacak kadar menfaat düşkünü değiliz. Biz hizmetimizi Allah için yaptık ve mükafatını da ahirette bekliyoruz. Dünyada evimize su verilmediği için müteessir değiliz. Yaptığım hizmet helal olsun..."
Bu olayın bizlere verdiği mesajlar vardır. Dünyaya, şana, şöhrete, dosta, ahbaba, arka olmalara fazla güvenmemeli. Dünya öyle güvenilecek, insanlar öyle bel bağlanacak kadar vefalı değillerdir. Şartlar değişir, bugün sırtımız çok sağlam yerde olur, çok itibarlı insanlarla yakınlığımız olur. Ama yarın bir de bakarız ki, onların hepsi göçüp gitmiş, biz de dayanacak kimse bulamamışız.
"Hey gidi dünya hey. İstanbul'u suya kavuşturan Sinan susuz evde vefat ediyor."
Allah Rahmet Eylesin..
Tarihimize Şan Verenler
- AHMED CEVDET PAŞA
- ALÎ EMİRİ EFENDİ
- ALİ KUŞÇU
- BARBAROS HAYREDDİN PAŞA
- BUHÛRÎZADE MUSTAFA ITRÎ EFENDİ
- BÂKİ
- EVLİYA ÇELEBİ
- FATİH SULTAN MEHMED HAN
- FUZÛLÎ
- GAZİ OSMAN PAŞA
- HACI İLBEYİ
- HEZARFEN AHMED ÇELEBİ
- II. SULTAN KILIÇ ARSLAN
- KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN
- KEMANKEŞ MUSTAFA PAŞA
- KOCA SEYİD
- KOCA YUSUF
- KUTALMIŞOĞLU SÜLEYMAN ŞAH
- KÂTİP ÇELEBİ
- KÖPRÜLÜ MEHMED PAŞA
- MEHMED AKİF
- MEHMED ES'AD YESARİ EFENDİ
- MÎHALOĞLU GAZİ ALAÂDDİN ALİ PAŞA
- MİMAR SİNAN
- NENE HATUN
- NİZAMÜ'L MÜLK
- PÎRİ REİS
- SULTAN ALPARSLAN
- SULTAN ALÂEDDİN KEYKUBÂD
- SULTAN II. ABDÜLHAMÎD HAN
- SULTAN MELİKŞAH
- SULTAN MURAD HÜDÂVENDİGÂR
- SULTAN ORHAN GAZİ
- SULTAN OSMAN GAZİ
- SULTAN TUĞRUL BEY
- TURGUT REİS
- TİRYAKİ HASAN PAŞA
- ULUBATLI HASAN
- YAVUZ SULTAN SELİM
- ŞAHİN BEY
- ŞEHZADE SÜLEYMAN
- ŞEYH ŞAMİL
- BİBLİYOGRAFYA
Sipahiler Kimdir ?
SİPAHİ; Osmanlı ordusunda atlı bir asker sınıfı îdi.
Sipahiler ordunun yanlarını korurlar, akıncılık, karakolculuk yaparlar, yaya
askerleri korurlar, gereğinde de hücuma geçerlerdi.
Sipahilik I. Murat zamanında, o çağın büyük komutanlarından Timurtaş Paşa’nın tavsiyesiyle kuruldu. Atlılar önce 2 bölüktü. Bu bölüklerden birine «sipahi», ötekine «silâhtar» adı verilirdi. Sonra bölükler 6’ya çıkarıldı. Atlıların hepsine birden «Altı Bölük Halkı», «Bölük Halkı», daha sonraları ise yalnızca «Sipahi» denildi. Sipahiler, kırmızı bayrak kullandıkları için bunlara «Kırınızı Bayrak Bölüğü» adı da verilirdi.
Sipahiler ikiye ayrılmıştı:
1) Kapıkulu,
2) Tımarlı (Topraklı) Sipahiler.
Kapıkulu Sipahileri
— Yeniçeri Ocağı gibi doğrudan doğruya Saraya bağlı süvarilerdir. Yeniçeri Ocağına bağlı sayılan bu sipahiler, çıkardıkları sayısız isyanlarla, karışıklıklar ile Osmanlı tarihinde önemli bir yer tutarlar. Bunlara «Dergâh-ı âli Sipahileri» de denirdi. Devşirmelerden toplanırlar, altı bölükte yetiştirilirlerdi. Bu bölüklerin ayrı adları ve bayrakları vardı. Sipahi bölüklerinin «Baş kâhya», «Kâhya Yeri», «Başçavuş» ve «Baş Bölükbaş» adı verilen dört büyük subayı vardı. Bu altı bölüğün komutanına «Sipahi Ağası» denirdi. Bu komutan, savaş sırasında, ordunun baş sancağını taşırdı.
Sipahiler, Yeniçerilerin aksine, evlenebilirlerdi. Oğullarına «Veledeş» denir, delikanlı çağına gelince bölüklere alınırlardı.
Tımarlı Sipahiler
— Sınır boylarında bekleyen askerlerin çocuklarından, ya da savaşlarda yararlık gösterenlerden seçilirdi. Sayıları Kapıkulu Sipahilerinin kat kat üstündeydi.
Devletten maaş almazlar, buna karşılık kendilerine 1.000 akçeden 19.999 akçeye kadar geliri olan topraklar verilirdi. Tımarlı Sipahiler bu toprakta çiftçilik yapanlardan vergileri toplar, bununlâ at, silâh vs. gibi masraflarını karşılar, kendileri de geçinirlerdi.
Tımarlı Sipahiler her sancakta bölüklere ayrılmışlardı. Her bölüğün «Subaşı», «Bayraktar», «Çavuş» denilen subayları vardı. On bölük bir Alay Beyi’nin komutasında bulunurdu.
Osmanlılar’ın kazandığı zaferlerde, bu Tımarlı Sipahiler’in payı çok büyüktür. Çoğunluğu «devşirme», yani Türk olmayanlardan kurulan Yeniçeri Ocağı ile Kapıkulu Sipahileri’ne karşılık Tımarlı Sipahiler Türk’tü, bunlar yerli ordunun kaynağı sayılırlardı. Sonradan tımarların memleket çocuklarına değil ele padişahın, paşaların adamlarına bol keseden dağıtılması, bu yerli ordu kaynağını bozdu. Sipahiler, uğradıkları haksızlık karşısında bozguncu, devlete kafa tutucu oldular. Anadolu’da yer yer başgösteren isyanları, kargaşalıkları çıkaranlar, ya tımarları ellerinden alınan sipahiler, ya da bunların çocuklarıydı. XIX. yüzyıl başlarında Kapıkulu Sipahileri gibi Tımarlı Sipahiler de tam çöküntü halinde bulunuyorlardı.
Sipahilik I. Murat zamanında, o çağın büyük komutanlarından Timurtaş Paşa’nın tavsiyesiyle kuruldu. Atlılar önce 2 bölüktü. Bu bölüklerden birine «sipahi», ötekine «silâhtar» adı verilirdi. Sonra bölükler 6’ya çıkarıldı. Atlıların hepsine birden «Altı Bölük Halkı», «Bölük Halkı», daha sonraları ise yalnızca «Sipahi» denildi. Sipahiler, kırmızı bayrak kullandıkları için bunlara «Kırınızı Bayrak Bölüğü» adı da verilirdi.
Sipahiler ikiye ayrılmıştı:
1) Kapıkulu,
2) Tımarlı (Topraklı) Sipahiler.
Kapıkulu Sipahileri
— Yeniçeri Ocağı gibi doğrudan doğruya Saraya bağlı süvarilerdir. Yeniçeri Ocağına bağlı sayılan bu sipahiler, çıkardıkları sayısız isyanlarla, karışıklıklar ile Osmanlı tarihinde önemli bir yer tutarlar. Bunlara «Dergâh-ı âli Sipahileri» de denirdi. Devşirmelerden toplanırlar, altı bölükte yetiştirilirlerdi. Bu bölüklerin ayrı adları ve bayrakları vardı. Sipahi bölüklerinin «Baş kâhya», «Kâhya Yeri», «Başçavuş» ve «Baş Bölükbaş» adı verilen dört büyük subayı vardı. Bu altı bölüğün komutanına «Sipahi Ağası» denirdi. Bu komutan, savaş sırasında, ordunun baş sancağını taşırdı.
Sipahiler, Yeniçerilerin aksine, evlenebilirlerdi. Oğullarına «Veledeş» denir, delikanlı çağına gelince bölüklere alınırlardı.
Tımarlı Sipahiler
— Sınır boylarında bekleyen askerlerin çocuklarından, ya da savaşlarda yararlık gösterenlerden seçilirdi. Sayıları Kapıkulu Sipahilerinin kat kat üstündeydi.
Devletten maaş almazlar, buna karşılık kendilerine 1.000 akçeden 19.999 akçeye kadar geliri olan topraklar verilirdi. Tımarlı Sipahiler bu toprakta çiftçilik yapanlardan vergileri toplar, bununlâ at, silâh vs. gibi masraflarını karşılar, kendileri de geçinirlerdi.
Tımarlı Sipahiler her sancakta bölüklere ayrılmışlardı. Her bölüğün «Subaşı», «Bayraktar», «Çavuş» denilen subayları vardı. On bölük bir Alay Beyi’nin komutasında bulunurdu.
Osmanlılar’ın kazandığı zaferlerde, bu Tımarlı Sipahiler’in payı çok büyüktür. Çoğunluğu «devşirme», yani Türk olmayanlardan kurulan Yeniçeri Ocağı ile Kapıkulu Sipahileri’ne karşılık Tımarlı Sipahiler Türk’tü, bunlar yerli ordunun kaynağı sayılırlardı. Sonradan tımarların memleket çocuklarına değil ele padişahın, paşaların adamlarına bol keseden dağıtılması, bu yerli ordu kaynağını bozdu. Sipahiler, uğradıkları haksızlık karşısında bozguncu, devlete kafa tutucu oldular. Anadolu’da yer yer başgösteren isyanları, kargaşalıkları çıkaranlar, ya tımarları ellerinden alınan sipahiler, ya da bunların çocuklarıydı. XIX. yüzyıl başlarında Kapıkulu Sipahileri gibi Tımarlı Sipahiler de tam çöküntü halinde bulunuyorlardı.
Sadrazam Sinan Paşa
Arnavut olup Debre veya Delvinalıdır. 994 H.-1586M.
tarihli vakfiyesinde babasının adının Ali olduğu görülüyor. Enderun'dan
yetişerek Kanuni Sultan Süleyman zamanında çaşnigir (sofracı) başılıkla sarayın
bîrun (dış) hizmetine çıkmış ve daha sonra Malatya, Kastamonu, Gazze, Nablüs
sancak beyliklerinde ve Erzurum beylerbeyliğinde bulunmuştur.
Sinan Paşa Zigetvar seferi esnasında Halep beylerbeyi iken 975 H. -1565 M.'te Mısır'a beylerbeyi olmuş, iki defa Yemen serdarlığına tayin edilerek mühim hizmeti görülmüştür.
979 H. -1571 M.'de ikinci defa Mısır beylerbeyi iken 980 H. - 1572 M.'de kubbe vezirliğiyle divan-ı hümâyuna gelip Tunus'un geri alınması için serdar tayin edilerek İspanyollardan Tunus ve Halkulvad'ı almıştır.
Sinan Paşa, divanda üçüncü vezir iken Lala Mustafa Paşa'nın yerine İran serdarlığına tayin olunarak o tarafta bulunurken Ahmet Paşa'nın yerine vezir-i âzam olmuştur(988 Rebiulevvel 1580 M.) Fakat İran seferinde başarılı bir iş göremediğinden ve bundan başka İran'dan istenilen yerleri şahın terk edeceği hakkındaki sözlerinin aslı çıkmadığından dolayı azlolunarak yerine Fatma Sultan'ın zevci Siyavuş Paşa gelmiştir (990 Zilhicce 1582 Aralık). Sinan Paşa, pâdişâhın : "İstanbul zahiresine sıklet vermesin Malkara otlu ve sulu bir yerdir anda karar etsün" diye emretmesi üzerine maiyetiyle o tarafa gitti ve 4 sene kalarak sonra Şam valiliğine tayin edildi.
Sinan Paşa 997 H. - 1589 M.'da ikinci defa ve 1001 H. -1693 M.'te ocaklının isyanı üzerine üçüncü defa ve 1003 H. - 1595 M. senesinde dördüncü defa olarak vezir-i âzam olmuştur: fakat son sadareti zamanında Eflâk seferindeki mağlûbiyeti üzerine azlolunarak Malkara'ya sürgün edilmiş ve yerine vezir-i âzam olan Lala Mehmet Paşa'nın on gün sonra vefatı nedeniyle taraftarlarının gayretiyle beşinci defa vezir-i âzam tayin edilmiştir (1004 Rebiulâhır ve 1595 Aralık).
Sinan Paşa bu son sadaretinde çok yaşamadı; genç hükümdar III. Mehmet'i bizzat sefere götürmek üzere hazırlık yaparken dört ay sonra doksan yaşını geçmiş olduğu halde vefat etmiştir (4 Şaban 1004 ve 3 Nisan 1596). Kabri Divanyolu'nda Sedefçilerde Çorlulu Ali Paşa Medresesi yakınındaki türbesindedir; orada bir medresesi ile Mimar Davut tarafından yapılmış bir sebili vardır.
Sinan Paşa, vezir-i âzam olmadan evvelki seferlerde mühim başarılar temin etmiş, çok para ve eşya sahibi olmuştur. Müflis bir vezirin sadaret makamını işgal etmesinin doğru olamayacağı kanaatinde olup her işin para ile yapılacağını söylerdi; beş defada sadaretinin müddeti 7 sene kadar olup ilk üç sadareti III. Murat ve diğerleri III. Mehmet zamanlarına rastlamaktadır.
Lala Mustafa Paşa mensuplarından olan Müverrih Âli, Sinan Paşa aleyhinde çok atıp tutar; batı tarihçileri ve kendisiyle temas eden elçiler de Sinan Paşa'nın, inatçı, hod-gâm ve pek zâlim olduğunu yazarlar; hâdiselerin tetkiki Sinan Paşa'nın hırslı ve kindar ve inatçı olduğunu göstermektedir; kendisine rakip saydığı Ferhat Paşa gibi değerli bir vezirin îdam edilmesinde rolü vardır. İkinci defa sadaretten azlinde vezir olmadan evvelki vakıflarından başka sonradan yapmış olduğu bütün vakıfları hazine için zapt olunmuştur.
Sinan Paşa'nın çok sayıda şehir ve kasabalarda camileri vardjr; Atayi, yüz yerde camileri olduğunu yazar. Osmanlı tarihinde Yemen fatihi diye meşhurdur; seyyah Kutbüddin Mekkî, Elberku'l-yemânî fi'l-fethi li-Osmanî) ismiyle Sinan Paşa'nın Yemen fethine dair Arapça bir eser yazarak kendisine takdim etmiştir.
Sinan Paşa, Sapanca gölü ve Sakarya nehri vasıtasıyla Marmara ile Karadeniz'i birleştirmeye teşebbüs etti ise de muharebe çıkması sebebiyle bu hayırlı teşebbüs başarılamadı. 999 H.-1591. M senesinde Yeni Saray'ın (Topkapı Sarayı'nın) Ahırkapı feneri yakınında ve deniz kenarındaki kale burcu üzerine Sinan Paşa tarafından padişah için bir köşk ile altına bir çeşme yaptırılmıştır; köşkün mimarı Davud Ağa olup köşkün yapılması ve döşenmesi masrafını Sinan Paşa vermiştir.
Sinan Paşa Zigetvar seferi esnasında Halep beylerbeyi iken 975 H. -1565 M.'te Mısır'a beylerbeyi olmuş, iki defa Yemen serdarlığına tayin edilerek mühim hizmeti görülmüştür.
979 H. -1571 M.'de ikinci defa Mısır beylerbeyi iken 980 H. - 1572 M.'de kubbe vezirliğiyle divan-ı hümâyuna gelip Tunus'un geri alınması için serdar tayin edilerek İspanyollardan Tunus ve Halkulvad'ı almıştır.
Sinan Paşa, divanda üçüncü vezir iken Lala Mustafa Paşa'nın yerine İran serdarlığına tayin olunarak o tarafta bulunurken Ahmet Paşa'nın yerine vezir-i âzam olmuştur(988 Rebiulevvel 1580 M.) Fakat İran seferinde başarılı bir iş göremediğinden ve bundan başka İran'dan istenilen yerleri şahın terk edeceği hakkındaki sözlerinin aslı çıkmadığından dolayı azlolunarak yerine Fatma Sultan'ın zevci Siyavuş Paşa gelmiştir (990 Zilhicce 1582 Aralık). Sinan Paşa, pâdişâhın : "İstanbul zahiresine sıklet vermesin Malkara otlu ve sulu bir yerdir anda karar etsün" diye emretmesi üzerine maiyetiyle o tarafa gitti ve 4 sene kalarak sonra Şam valiliğine tayin edildi.
Sinan Paşa 997 H. - 1589 M.'da ikinci defa ve 1001 H. -1693 M.'te ocaklının isyanı üzerine üçüncü defa ve 1003 H. - 1595 M. senesinde dördüncü defa olarak vezir-i âzam olmuştur: fakat son sadareti zamanında Eflâk seferindeki mağlûbiyeti üzerine azlolunarak Malkara'ya sürgün edilmiş ve yerine vezir-i âzam olan Lala Mehmet Paşa'nın on gün sonra vefatı nedeniyle taraftarlarının gayretiyle beşinci defa vezir-i âzam tayin edilmiştir (1004 Rebiulâhır ve 1595 Aralık).
Sinan Paşa bu son sadaretinde çok yaşamadı; genç hükümdar III. Mehmet'i bizzat sefere götürmek üzere hazırlık yaparken dört ay sonra doksan yaşını geçmiş olduğu halde vefat etmiştir (4 Şaban 1004 ve 3 Nisan 1596). Kabri Divanyolu'nda Sedefçilerde Çorlulu Ali Paşa Medresesi yakınındaki türbesindedir; orada bir medresesi ile Mimar Davut tarafından yapılmış bir sebili vardır.
Sinan Paşa, vezir-i âzam olmadan evvelki seferlerde mühim başarılar temin etmiş, çok para ve eşya sahibi olmuştur. Müflis bir vezirin sadaret makamını işgal etmesinin doğru olamayacağı kanaatinde olup her işin para ile yapılacağını söylerdi; beş defada sadaretinin müddeti 7 sene kadar olup ilk üç sadareti III. Murat ve diğerleri III. Mehmet zamanlarına rastlamaktadır.
Lala Mustafa Paşa mensuplarından olan Müverrih Âli, Sinan Paşa aleyhinde çok atıp tutar; batı tarihçileri ve kendisiyle temas eden elçiler de Sinan Paşa'nın, inatçı, hod-gâm ve pek zâlim olduğunu yazarlar; hâdiselerin tetkiki Sinan Paşa'nın hırslı ve kindar ve inatçı olduğunu göstermektedir; kendisine rakip saydığı Ferhat Paşa gibi değerli bir vezirin îdam edilmesinde rolü vardır. İkinci defa sadaretten azlinde vezir olmadan evvelki vakıflarından başka sonradan yapmış olduğu bütün vakıfları hazine için zapt olunmuştur.
Sinan Paşa'nın çok sayıda şehir ve kasabalarda camileri vardjr; Atayi, yüz yerde camileri olduğunu yazar. Osmanlı tarihinde Yemen fatihi diye meşhurdur; seyyah Kutbüddin Mekkî, Elberku'l-yemânî fi'l-fethi li-Osmanî) ismiyle Sinan Paşa'nın Yemen fethine dair Arapça bir eser yazarak kendisine takdim etmiştir.
Sinan Paşa, Sapanca gölü ve Sakarya nehri vasıtasıyla Marmara ile Karadeniz'i birleştirmeye teşebbüs etti ise de muharebe çıkması sebebiyle bu hayırlı teşebbüs başarılamadı. 999 H.-1591. M senesinde Yeni Saray'ın (Topkapı Sarayı'nın) Ahırkapı feneri yakınında ve deniz kenarındaki kale burcu üzerine Sinan Paşa tarafından padişah için bir köşk ile altına bir çeşme yaptırılmıştır; köşkün mimarı Davud Ağa olup köşkün yapılması ve döşenmesi masrafını Sinan Paşa vermiştir.
Damat Rüstem Paşa
Rüstem Paşa, 1500 yılında bugünkü Hırvatistan’da doğmuş, Osmanlı
ülkesine getirildikten sonra devşirilmiş ve devlet hizmetinde yer
almıştır.
HÜRREM SULTAN'IN SADRAZAMI
Önce Diyarbakır Valisi olmuş, III. Vezir görevindeyken Şehzade Cihangir ve Bayezid’in sünnet düğünlerinde Mihrimah Sultan ile evlenmiştir. Damat Rüstem Paşa kısa zamanda Hürrem Sultan’ın en güvendiği kişi durumuna gelmiştir. Hatta sadrazamlık mertebesine yükselmesi de bu sayede olmuştur diyebiliriz. Zira Sadrazam Hadım Süleyman Paşa’nın sadrazamlıktan azledilmesi üzerine bu göreve II. Vezir Divane Hüsrev Paşa’nın getirilmesi bekleniyordu. Fakat ne var ki Rüstem Paşa, Hürrem Sultan’ın da teşviki ve emriyle bu ikisini birbirine düşürmüş ve Sultan Süleyman bu kavganın üzerine III. Vezir görevinde bulunan Rüstem Paşa’yı sadrazamlığa terfi ettirmiştir.
ŞEHZADE MUSTAFA'NIN ÖLÜMÜ
Rüstem Paşa 1544 yılında getirildiği sadrazamlık görevine 1553 yılına kadar devam etmiştir. Sadrazamlık görevinden azledilmesinin sebebi ise Rüstem Paşa’nın, Hürrem Sultan’ın entrika ortağı olmasıdır. Öyle ki bu entrika Şehzade Mustafa’nın ölümüne sebep olmaya kadar varır. Zira Hürrem Sultan’ın öncülüğünde Rüstem Paşa, Şehzade Mustafa’nın mührünü taklit ederek onun ağzından İran Şahı Tahmasb’a mektuplar yazmış ve mektubu öğrenerek kendisine ihanet ettiği, tahtında gözü olduğu iftirasına inanan Sultan Süleyman oğlunu katlettirmiştir. Ancak yeniçerilerin Şehzade Mustafa’yı çok sevmesi ve ayaklanma çıkarabileceği endişesiyle Sultan Süleyman, Rüstem Paşa’yı 1553′te azlederek yerine Kara Ahmet Paşa’yı getirdi. Hürrem Sultan ve Mihrimah Sultan'ın bu durumu kabullenmeyerek Rüstem Paşa’nın tekrar sadrazam olması için uğraşları sonunda Rüstem Paşa tekrar sadrazam oldu. 1561′e kadar da bu görevde kaldı.
EBVAB-I RÜŞVET FATİHİ
Rüstem Paşa, tarihçiler tarafından Osmanlı’ya rüşveti getiren kişi olarak anılır. Hatta rüşvet alma işini o kadar abartmıştır ki bu işi aleni bir şekilde yapmaktan ve belli bir tarifeye bağlamaktan çekinmemiştir. Bu nedenle Osmanlı kaynaklarında Rüstem Paşa’nın bir diğer sıfatı ‘Ebvab-ı Rüşvet Fatihi’ yani rüşvet kapısını fetheden kişi.
KEHLE-İ İKBAL
Rüstem Paşa için kullanılan bir diğer sıfat ise Kehle-i İkbal’dir. Yani bitiyle bahtı açılan kişi! Bunun da hikayesi şöyledir; Rüstem Paşa’nın Mihrimah Sultan ile evleneceğini duyan Rüstem Paşa karşıtları onun cüzzamlı olduğuna dair dedikodu çıkarır. Sultan Süleyman bunu duyar ve doğruluğunun araştırılmasını ister. Yapılan muayenede Rüstem Paşa’nın bitli olduğu anlaşılır ve padişaha dedikoduların asılsız olduğu söylenir. Zira cüzzamlı kişinin üzerinde bit barınamazmış.
EN ZENGİN İKİNCİ KİŞİ
Osmanlı devlet yönetimindeki bozulmanın en büyük sebeplerinden biri rüşvettir. Rüşveti Osmanlıya getiren ve yaygınlaştıran Rüstem Paşa’nın mal varlığı ise dillere destandır ve padişahtan sonraki en zengin kişi olduğu söylenir.
HÜRREM SULTAN'IN SADRAZAMI
Önce Diyarbakır Valisi olmuş, III. Vezir görevindeyken Şehzade Cihangir ve Bayezid’in sünnet düğünlerinde Mihrimah Sultan ile evlenmiştir. Damat Rüstem Paşa kısa zamanda Hürrem Sultan’ın en güvendiği kişi durumuna gelmiştir. Hatta sadrazamlık mertebesine yükselmesi de bu sayede olmuştur diyebiliriz. Zira Sadrazam Hadım Süleyman Paşa’nın sadrazamlıktan azledilmesi üzerine bu göreve II. Vezir Divane Hüsrev Paşa’nın getirilmesi bekleniyordu. Fakat ne var ki Rüstem Paşa, Hürrem Sultan’ın da teşviki ve emriyle bu ikisini birbirine düşürmüş ve Sultan Süleyman bu kavganın üzerine III. Vezir görevinde bulunan Rüstem Paşa’yı sadrazamlığa terfi ettirmiştir.
ŞEHZADE MUSTAFA'NIN ÖLÜMÜ
Rüstem Paşa 1544 yılında getirildiği sadrazamlık görevine 1553 yılına kadar devam etmiştir. Sadrazamlık görevinden azledilmesinin sebebi ise Rüstem Paşa’nın, Hürrem Sultan’ın entrika ortağı olmasıdır. Öyle ki bu entrika Şehzade Mustafa’nın ölümüne sebep olmaya kadar varır. Zira Hürrem Sultan’ın öncülüğünde Rüstem Paşa, Şehzade Mustafa’nın mührünü taklit ederek onun ağzından İran Şahı Tahmasb’a mektuplar yazmış ve mektubu öğrenerek kendisine ihanet ettiği, tahtında gözü olduğu iftirasına inanan Sultan Süleyman oğlunu katlettirmiştir. Ancak yeniçerilerin Şehzade Mustafa’yı çok sevmesi ve ayaklanma çıkarabileceği endişesiyle Sultan Süleyman, Rüstem Paşa’yı 1553′te azlederek yerine Kara Ahmet Paşa’yı getirdi. Hürrem Sultan ve Mihrimah Sultan'ın bu durumu kabullenmeyerek Rüstem Paşa’nın tekrar sadrazam olması için uğraşları sonunda Rüstem Paşa tekrar sadrazam oldu. 1561′e kadar da bu görevde kaldı.
EBVAB-I RÜŞVET FATİHİ
Rüstem Paşa, tarihçiler tarafından Osmanlı’ya rüşveti getiren kişi olarak anılır. Hatta rüşvet alma işini o kadar abartmıştır ki bu işi aleni bir şekilde yapmaktan ve belli bir tarifeye bağlamaktan çekinmemiştir. Bu nedenle Osmanlı kaynaklarında Rüstem Paşa’nın bir diğer sıfatı ‘Ebvab-ı Rüşvet Fatihi’ yani rüşvet kapısını fetheden kişi.
KEHLE-İ İKBAL
Rüstem Paşa için kullanılan bir diğer sıfat ise Kehle-i İkbal’dir. Yani bitiyle bahtı açılan kişi! Bunun da hikayesi şöyledir; Rüstem Paşa’nın Mihrimah Sultan ile evleneceğini duyan Rüstem Paşa karşıtları onun cüzzamlı olduğuna dair dedikodu çıkarır. Sultan Süleyman bunu duyar ve doğruluğunun araştırılmasını ister. Yapılan muayenede Rüstem Paşa’nın bitli olduğu anlaşılır ve padişaha dedikoduların asılsız olduğu söylenir. Zira cüzzamlı kişinin üzerinde bit barınamazmış.
EN ZENGİN İKİNCİ KİŞİ
Osmanlı devlet yönetimindeki bozulmanın en büyük sebeplerinden biri rüşvettir. Rüşveti Osmanlıya getiren ve yaygınlaştıran Rüstem Paşa’nın mal varlığı ise dillere destandır ve padişahtan sonraki en zengin kişi olduğu söylenir.
Osmanlı ve Adalet
Dünyaca ünlü bir adalet sistemine sahip olan ve 693
yıl -dağılma dönemi hariç diyebiliriz- bu sistemi en iyi şekilde uygulayan
Osmanlı devletinden başkası olamaz. Osmanlının adalet terazisi çok hassastır ve
oldukça güçlü temeller üzerine kurulmuştur. 693 yıl içinde devletin en üst
kademsindeki kişi ile halk her zaman eşit haklara sahip olmuştur ve gerektiğinde
eşit şartlarda yargılanmışlardır
Bu adalet sistemini anlatırken bu sistemin öğelerinden ve işleyişlerinden bahsetmek gerekir. Osmanlı devletinde hukuk, Şer’i hukuk (İslam hukuku=fıkıh) ve Örfi hukuk olmak üzere iki temele dayanmaktadır. Örfi hukukun kaynaklarını Türk gelenek ve göreneklerine göre oluşturulmuş kurallar ve şer’i hukuka aykırı olmayan padişah buyrukları oluşturuyordu.
Örfi hukukun bir araya getirilmiş adına Kanunname deniyordu. Osmanlı devletinde bilinen ilk kanunname Fatih Sultan Mehmet’in Kanunname-i Ali Osman’ıdır. Osmanlı devletinde batılı anlamda ilk yayınlanan ana yasa ise II. Abdülhamit döneminde ilan edilen “Temel Kanun” anlamına gelen Kânûn-i Esâsî’dir (1876).
Osmanlı devletinde hukuk ve adalet denince en yetkili kişi olarak kazaskerler gelir. Kazasker kelimesi “kadı” ve “asker” kelimesinin birleşimden oluşmaktadır. Kazaskerlik ilmiye kıyafeti olup Osmanlı devlet yapısında idari bir görevdir. Kazasker’in görevleri; kadı, müderris ve din görevlisi atamalarını gerçekleştirir. Kadı kararlarına itiraz kazaskerliğe yapılırdı yani kazaskerlerin kadı kararlarını bozma ve yeni kararlar oluşturma gibi yetkilere sahiplerdi. Kazaskerler Divan-ı Hümayun’un tabiî azasıydı.
Şeyhülislamlar divanda bulununcaya kadar divandaki şer’i meseleler, Kazaskerler tarafından idare edilirdi. Kazaskerlik 1480 yılına kadar Anadolu Kazaskeriliği olarak tek merkezdeydi bu yıldan sonra Rumeli Kazaskeri ve Anadolu Kazaskeri olarak ikiye ayrıldı ve rütbe olarak Rumeli Kazaskeri Anadolu Kazaskerinden üstündü.
Yavuz Sultan Selim’in İran seferinden sonra merkezi Diyarbakır olan üçüncü bir Kazaskerlik oluşturularak doğu eyaletlerinin kontrolü sağlanmak istenmiş fakat bu üçüncü Kazaskerlik sonradan kaldırılmıştır.
Yargı işlerinde Kazaskerden sonra Kadı gelir.
Tüm İslam devletlerinde gördüğümüz bir makam olan Kadılık makamı da Osmanlı devletinin ilk yıllarından itibaren görülmektedir. Kadı yargı işlerine bakan görevliye verilen unvandır. Kadılar Kazasker veya Şeyhülislam tarafından Padişah’a arz edilir Padişah beratı ile atanırlardı. Kadılar hakkında detaylı bilgileri Osmanlı arşivlerinden öğrenebiliriz.
Ayrıca Kadıların görevli oldukları yerlerde tuttukları Şer’iye sicillerinden de Kadılar hakkında kişisel şeyler öğrenmekle birlikte görevlendirildiği toplum ve Kadının görevleri hakkında bilgiler alabiliriz. Kadılar bulundukları bölgenin şer’i mahkemede davalara bakarlar (bu davalarda kadı her zaman tek başına karar vermez bulunduğu bölgenin ileri gelenlerinden tanınmışlarından oluşan heyetinde fikrini alır).
Aynı zamanda diğer görevleri; bölgedeki vakıfları denetleme, belediye başkanlığı yapma, beylerbeyini denetleyerek bölgeye tam hâkim olmasını engellerler (bu Osmanlı devletinin merkeziyetçi bir yapısı olduğunu gösterir),anlaşmalara şahitlik ederek noter görevi üslenir, görevliler hakkında payitaht’a rapor yazarlar, merkezden gelen emirleri duyururlar.
Ayrıca Kadının direkt padişahın kendisiyle yazışma yetkisi de bulunmaktadır. Kaynaklardan öğrenildiğine göre Kadıların bulundukları bölgeye alışıp kayırma ve rüşvet işlerinin önün açılmasını önlemek için görev süreleri sınırlı tutulmuştur bu görev süresi İsmail Hakkı Uzunçarşılı tarafından 20 ay olarak gösterilse de Mustafa Akdağ bir yıl müddet-i örfî, bir yıl da uzatmalı olarak toplam iki yıl olduğunu söylemektedir.
Kadıların görev süresinin Kadıdan Kadıya farklılık gösterdiği söylenebilir. En doğru kararları vermek ve kimsenin hakkını kimsede bırakmamakla görevli olan kadılar şer’i hukuk ve örfi hukuk’un gereklerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Bununla ilgili belki de en güzel örnek Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde bulunmaktadır.
Bu hikâye Seyahatname de şöyle geçer: Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fetheden padişah yalnızca şehrin imarı ile uğraşmadı. Şehrin ilk kadısı olarak Bursa Müderrisi Hızır Bey’i şehrin ilk Kadısı olarak atadı ve geçimlik olarak şimdiki Kadıköy’ü verdi (Kadıköy ismi de buradan gelmektedir).
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden on yıl sonra mimar Rum asıllı Atik Sinan’a kubbesi Ayasofya’dan daha büyük olan bir cami yapmasını emreder. Mimar her ne kadar padişahın emrine “Emrin başım üstüne padişahım” diyerek başlasa da yaptığı cami Fatih’in istediği kadar heybetli olmaz.
Fatih Sultan Mehmet, yeni yapılan camiyi görünce “Kubbesi Ayasofya’dan daha büyük olsun…” emrine neden uyulmadığını sorar. Mimar; büyük bir depremde caminin yıkılacağından korktuğu için kubbesini Ayasofya’dan daha küçük yapmak zorunda kaldığını ve bu yüzden sütunları kestirdiğini söyler.
Bunun üzerine sinirlenen padişah bu işi kasıtlı yaptığını düşündüğü için ve mermerleri ondan habersiz kestirdiği için “Mermer sütunları kesen ellerin kesilmesi” emrini verir… Mimar Atik Sinan bunu özellikle yapmadığını “Hesaplarına göre Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük bir kubbenin, ilk depremde yıkılacağını” düşündüğünü söyler ama emir büyük yerdendir ve geri dönüşü yoktur.
Daha sonrasında çevresi tarafından cesaretlendirilir ve Fatih Sultan Mehmet’i Hızır Bey’e şikâyet eder. Fatih mahkemeye gelir ve duruşma başlar; Fatih Sultan Mehmet çok büyük bir insan olabilir ama emrindeki birini mahkeme etmeden cezalandırmıştır. Karşı taraf savunmasını yapar, mimar gerekçelerini açıklar ve kadı kararını verir: Fatih Sultan Mehmet suçlu bulunur ve kendisi de mimara uyguladığı cezayla yani elleri kesilerek cezalandırılacaktır.
Bunu duyan mimar Atik Sinan kulaklarına inanamaz ve Kadıya yalvarmaya başlar bunu göz önünde bulunduran Kadı Hızır Bey cezayı para cezası olarak çevirir ve mimara yüklü miktarda para verilmesine karar verir. Evliya Çelebi’nin aktardığına göre, karardan sonra Fatih, çıkardığı demir sopayı kadıya göstererek; “Eğer sen Allah’ın hükmünü uygulamayıp, elimi kesmeye beni mahkûm etmeseydin bununla başını paramparça ederdim” der.
Kadı Hızır Bey de sakladığı kamayı çıkararak cevap verir: “Sen de benim hükmümü kabul etmeseydin, ben de bununla seni delik deşik ederdim” der.
Buradan yola çıkarak Osmanlı adalet sisteminin ne kadar sistematik olduğunu görebilir ayrıca Osmanlı devletinde kişi ve makam gözetmeksizin herkesin mahkeme önünde eşit olduğu da gözlenmektedir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın ifadesiyle; “Kılıcın yapamadığını adalet yapar.”
Kaynakça
Dr. Ahmed Akgündüz -Osmanlı Hukuk Sistemi
Hülya TAŞ -Osmanlı Kadı Mahkemesindeki “Şühûdü’l-Hâl” Nasıl Değerlendirilebilir?
İsmail Hakkı Uzunçarşılı-Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara, 1965, s.86
Evliya Çelebi -Seyahatname
Ulaş Salih ÖZDEMİR -Osmanlıda Kadıların Görevleri
Bu adalet sistemini anlatırken bu sistemin öğelerinden ve işleyişlerinden bahsetmek gerekir. Osmanlı devletinde hukuk, Şer’i hukuk (İslam hukuku=fıkıh) ve Örfi hukuk olmak üzere iki temele dayanmaktadır. Örfi hukukun kaynaklarını Türk gelenek ve göreneklerine göre oluşturulmuş kurallar ve şer’i hukuka aykırı olmayan padişah buyrukları oluşturuyordu.
Örfi hukukun bir araya getirilmiş adına Kanunname deniyordu. Osmanlı devletinde bilinen ilk kanunname Fatih Sultan Mehmet’in Kanunname-i Ali Osman’ıdır. Osmanlı devletinde batılı anlamda ilk yayınlanan ana yasa ise II. Abdülhamit döneminde ilan edilen “Temel Kanun” anlamına gelen Kânûn-i Esâsî’dir (1876).
Osmanlı devletinde hukuk ve adalet denince en yetkili kişi olarak kazaskerler gelir. Kazasker kelimesi “kadı” ve “asker” kelimesinin birleşimden oluşmaktadır. Kazaskerlik ilmiye kıyafeti olup Osmanlı devlet yapısında idari bir görevdir. Kazasker’in görevleri; kadı, müderris ve din görevlisi atamalarını gerçekleştirir. Kadı kararlarına itiraz kazaskerliğe yapılırdı yani kazaskerlerin kadı kararlarını bozma ve yeni kararlar oluşturma gibi yetkilere sahiplerdi. Kazaskerler Divan-ı Hümayun’un tabiî azasıydı.
Şeyhülislamlar divanda bulununcaya kadar divandaki şer’i meseleler, Kazaskerler tarafından idare edilirdi. Kazaskerlik 1480 yılına kadar Anadolu Kazaskeriliği olarak tek merkezdeydi bu yıldan sonra Rumeli Kazaskeri ve Anadolu Kazaskeri olarak ikiye ayrıldı ve rütbe olarak Rumeli Kazaskeri Anadolu Kazaskerinden üstündü.
Yavuz Sultan Selim’in İran seferinden sonra merkezi Diyarbakır olan üçüncü bir Kazaskerlik oluşturularak doğu eyaletlerinin kontrolü sağlanmak istenmiş fakat bu üçüncü Kazaskerlik sonradan kaldırılmıştır.
Yargı işlerinde Kazaskerden sonra Kadı gelir.
Tüm İslam devletlerinde gördüğümüz bir makam olan Kadılık makamı da Osmanlı devletinin ilk yıllarından itibaren görülmektedir. Kadı yargı işlerine bakan görevliye verilen unvandır. Kadılar Kazasker veya Şeyhülislam tarafından Padişah’a arz edilir Padişah beratı ile atanırlardı. Kadılar hakkında detaylı bilgileri Osmanlı arşivlerinden öğrenebiliriz.
Ayrıca Kadıların görevli oldukları yerlerde tuttukları Şer’iye sicillerinden de Kadılar hakkında kişisel şeyler öğrenmekle birlikte görevlendirildiği toplum ve Kadının görevleri hakkında bilgiler alabiliriz. Kadılar bulundukları bölgenin şer’i mahkemede davalara bakarlar (bu davalarda kadı her zaman tek başına karar vermez bulunduğu bölgenin ileri gelenlerinden tanınmışlarından oluşan heyetinde fikrini alır).
Aynı zamanda diğer görevleri; bölgedeki vakıfları denetleme, belediye başkanlığı yapma, beylerbeyini denetleyerek bölgeye tam hâkim olmasını engellerler (bu Osmanlı devletinin merkeziyetçi bir yapısı olduğunu gösterir),anlaşmalara şahitlik ederek noter görevi üslenir, görevliler hakkında payitaht’a rapor yazarlar, merkezden gelen emirleri duyururlar.
Ayrıca Kadının direkt padişahın kendisiyle yazışma yetkisi de bulunmaktadır. Kaynaklardan öğrenildiğine göre Kadıların bulundukları bölgeye alışıp kayırma ve rüşvet işlerinin önün açılmasını önlemek için görev süreleri sınırlı tutulmuştur bu görev süresi İsmail Hakkı Uzunçarşılı tarafından 20 ay olarak gösterilse de Mustafa Akdağ bir yıl müddet-i örfî, bir yıl da uzatmalı olarak toplam iki yıl olduğunu söylemektedir.
Kadıların görev süresinin Kadıdan Kadıya farklılık gösterdiği söylenebilir. En doğru kararları vermek ve kimsenin hakkını kimsede bırakmamakla görevli olan kadılar şer’i hukuk ve örfi hukuk’un gereklerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Bununla ilgili belki de en güzel örnek Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde bulunmaktadır.
Bu hikâye Seyahatname de şöyle geçer: Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fetheden padişah yalnızca şehrin imarı ile uğraşmadı. Şehrin ilk kadısı olarak Bursa Müderrisi Hızır Bey’i şehrin ilk Kadısı olarak atadı ve geçimlik olarak şimdiki Kadıköy’ü verdi (Kadıköy ismi de buradan gelmektedir).
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden on yıl sonra mimar Rum asıllı Atik Sinan’a kubbesi Ayasofya’dan daha büyük olan bir cami yapmasını emreder. Mimar her ne kadar padişahın emrine “Emrin başım üstüne padişahım” diyerek başlasa da yaptığı cami Fatih’in istediği kadar heybetli olmaz.
Fatih Sultan Mehmet, yeni yapılan camiyi görünce “Kubbesi Ayasofya’dan daha büyük olsun…” emrine neden uyulmadığını sorar. Mimar; büyük bir depremde caminin yıkılacağından korktuğu için kubbesini Ayasofya’dan daha küçük yapmak zorunda kaldığını ve bu yüzden sütunları kestirdiğini söyler.
Bunun üzerine sinirlenen padişah bu işi kasıtlı yaptığını düşündüğü için ve mermerleri ondan habersiz kestirdiği için “Mermer sütunları kesen ellerin kesilmesi” emrini verir… Mimar Atik Sinan bunu özellikle yapmadığını “Hesaplarına göre Ayasofya’nın kubbesinden daha büyük bir kubbenin, ilk depremde yıkılacağını” düşündüğünü söyler ama emir büyük yerdendir ve geri dönüşü yoktur.
Daha sonrasında çevresi tarafından cesaretlendirilir ve Fatih Sultan Mehmet’i Hızır Bey’e şikâyet eder. Fatih mahkemeye gelir ve duruşma başlar; Fatih Sultan Mehmet çok büyük bir insan olabilir ama emrindeki birini mahkeme etmeden cezalandırmıştır. Karşı taraf savunmasını yapar, mimar gerekçelerini açıklar ve kadı kararını verir: Fatih Sultan Mehmet suçlu bulunur ve kendisi de mimara uyguladığı cezayla yani elleri kesilerek cezalandırılacaktır.
Bunu duyan mimar Atik Sinan kulaklarına inanamaz ve Kadıya yalvarmaya başlar bunu göz önünde bulunduran Kadı Hızır Bey cezayı para cezası olarak çevirir ve mimara yüklü miktarda para verilmesine karar verir. Evliya Çelebi’nin aktardığına göre, karardan sonra Fatih, çıkardığı demir sopayı kadıya göstererek; “Eğer sen Allah’ın hükmünü uygulamayıp, elimi kesmeye beni mahkûm etmeseydin bununla başını paramparça ederdim” der.
Kadı Hızır Bey de sakladığı kamayı çıkararak cevap verir: “Sen de benim hükmümü kabul etmeseydin, ben de bununla seni delik deşik ederdim” der.
Buradan yola çıkarak Osmanlı adalet sisteminin ne kadar sistematik olduğunu görebilir ayrıca Osmanlı devletinde kişi ve makam gözetmeksizin herkesin mahkeme önünde eşit olduğu da gözlenmektedir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın ifadesiyle; “Kılıcın yapamadığını adalet yapar.”
Kaynakça
Dr. Ahmed Akgündüz -Osmanlı Hukuk Sistemi
Hülya TAŞ -Osmanlı Kadı Mahkemesindeki “Şühûdü’l-Hâl” Nasıl Değerlendirilebilir?
İsmail Hakkı Uzunçarşılı-Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara, 1965, s.86
Evliya Çelebi -Seyahatname
Ulaş Salih ÖZDEMİR -Osmanlıda Kadıların Görevleri
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)