21 Temmuz 2017 Cuma

Osmanlılarda kölelik sistemi var mıdır?

Osmanlı Devleti'nde köle emeğine dayalı üretim yapılmadığından, varlıklarının sebebi ekonomik çıkar gerekçelerine dayanmaz. Dolayısıyla köleler toplum içinde kısa sürede assimile olarak belirli statüler kazanmaktaydılar. Nitekim Osmanlı toplumunda köleler, varlıklı ailelerin ev hizmeti, cariyelik, çocuk bakımı gibi işlerinde kullanılmak ya da Kur'ân'da vaad edilen sevabı kazanmak üzere "azat etmek" için satın alınırlardı. Ev işlerinde çalıştırılan köleler bir müddet sonra "bacı, dadı, lala" gibi isimlerle ev halkından sayılırlar. İslâm hukukunda belirlenen insan hakları gereği yirmi yaşları civarına geldiklerinde, cihazı ve diğer gerekleri mevlâ'sı tarafından sağlanarak evlendirilirlerdi. Bunların eski efendileriyle "akrabalık" türüne benzer toplumsal ilişkileri kesilmezdi. Nitekim yaşlandıklarında bile itibar görürlerdi. Küçük yaşlarından itibaren yeteneklerine göre yetiştirilmiş olan köleler yüksek fiyatla satılırdı. Bunlar genellikle saray ve konaklara alınırdı.1

Saray'a alınan "köle"ler arasından BÓAbüssaâde Ağası (ve bazı başka görevler) gibi Padişaha çok yakın ve çok önemli görevlere getirilirlerdi.

İslâm'ın köleliğin sosyal durumunda iyileşme ve ortadan kalkması açısından yaptığı en önemli girişim doğan çocuk için "anasının medenî durumu"2 yerine "babasının medenî durumuna uyar" kuralını getirmesidir.3 Aslında Osmanlı padişahlarının çocuklarının câriyelerden olması bazı siyasal ve sosyal sebeplerle birlikte temelde bu hükme dayanmaktadır.

1. 1847'de Sultan Abdülmecid esir ticaretini yasakladı; esir pazarları da kaldırıldı. Bununla beraber gizli olarak Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar sürdü.
2. Roma Hukuku'na göre "partas sequitur ventrem" (çocuk batna çeker) kuralı geçerli idi.
3. İslâm'ın getirdiği "câriyelerin kendi efendilerini, yani hür çocuklar, hatta sultanları, halifeleri doğurmalarını mümkün kılan" bu kural aslında Arap gururunu rencide etmişti.

Külhanî ve Külhanbeyi kime denir?

Külhanbeyiler, kötülüklerinden çekinilen, çevrelerine ürküntü vererek kişilik olmaya çalışan genellikle küçük ya da yüz kızartıcı suçlardan sabıkalı kişiler olarak bilinmektedir. Oysa külhanîliği geçmiş yüzyıllarda yatacak yeri olmayan, kimsesiz kişilerin, özellikle delikanlılık yaşına gelmiş çocukların yatıp kalktığı, barındığı, yiyecek temin ettiği bir sosyal kurum gibi de görebiliriz.

Gerçekten de külhanîliğin bir tür fütüvvet teşkilatı gibi kendine özgü kuralları vardır. Bunların "pîr"leri,1 töre ve törenleri, usul ve erkânları bulunmaktadır. Örneğin bir kimsenin külhana alınabilmesi için kimsesiz olması gerekliydi. Ancak bu yeterli değildi. Kabul edilebilmesi için bir tür yeterlilik denemesini başarması lâzımdı. Yeni gelenin üzerine yırtık ve eski elbiseler giydirilir ve oradakilerin en eskisi olan "destebaşı"nın eline verdiği bir torbayı en kısa zamanda pirinç, yağ, un ve şekerle doldurup dönmesi istenirdi.

Parası olmadığı hâlde, ısrarla dilenmek, belki de hırsızlık, kapkaç gibi her türlü yöntemle torbayı dışarda doldurmayı başarıp külhana dönen aday sınavı kazanmış sayılır, topladığı malzemelerle külhanın yemek vakti ortaya çıkarılan üç demirbaş lengerinden ikisinde pilav, üçüncüde helva pişirilir ve hep birlikte yenirdi. Yeni gelen sofraya oturmaz, ayakta bekler, yiyen eskilere hizmet ederdi. Pilav ve helva yenildikten sonra külhancı baba ve öteki külhanî ler bir lokma ekmeği tuza batırarak sağ ellerinin baş, şehadet ve orta parmağiyle tutar ve külhanın kimsesizlerin barınağı olduğuna, buradan birçok yiğit yetiştiğine hep birlikte şehadet ederlerdi. Külhancı Baba'nın okuduğu:

"Bu ocağın adı gerçek külhandır, Yersizlere, yurtsuzlara mekândır.

Nice erler yetişmiştir külhandan, Kim bilir kim bugün nerde pinhandır.

Ana-baba kucağına sığmayan yavrucaklar bu ocakta mihmandır.

Pîr'imizdir bizim koca Lay-har, Hak budur kim eşi gelmez sultandır.

Hu çekelim Lay-har'ın ruhuna, O'nun için bay ü geda yeksandır" duasından sonra baba'yla beraber herkes «Hu» çeker ve lokmayı ağızlarına atarlar. Bundan sonra kardeşlik töreni başlardı.

Kardeş olacak çocuklar sağ tarafa daima kıdemli, sola da aday olan yan-yana ortaya alınır. Anadan doğma soyularak külhancı baba'nın getirdiği «Lay-har kefeni» denilen iki yakalı büyük bir gömlek giydirilir. Sağdaki, sağ kolunu, soldaki sol kolunu gömleğin koluna geçirirdi. Serbest kalan kollar gömlek içinde kalırdı.

Külhancı, ocağın ağzına yönelmiş bir vaziyette, iki dizinin üstüne oturur ve:

"Ey Lay-har'ın evlatları burası baba yurdudur. Burada senin-benim yoktur. Burada herkes kardeştir. Bir anadan doğanlar, bir babadan olanlar, birbirlerini boğazlarlar. Lay-har'ın evlatları, birbirlerini bir vücud bilirler. Kardeşlerine birisi, bir iğne batırsa açışım kendi vücutlarında duyarlar. Bu kefene sağlığında girenler, ölünceye kadar birbirlerini ayrı görmezler. Bu, ikilikte birlikdir. Bu senin sağ elindir, sen de bunun sol elisin. Vücudunuz birdir, başlarınız iki. Biriniz sağınızı, biriniz solunuzu görürsünüz. Ömrünüzün sonuna kadar birbirinizi görür, gözetirsiniz. Her gün kazancınızı buraya getirirsiniz. Burada, bu senindir, bu benimdir yoktur. Az çoğu artırır, çok hepimizi besler, hepimizi doyurur" diyerek telkinde bulunduktan sonra Layhar'ın ruhuna bir fatiha okunur ve yeni aday külhanîlerin kardeşliğine kabul edilmiş olurdu.

Tören bittikten sonra çocuklar, tahta karavanalara ayrılmış olan pilav ve helvalarını yerler.

Külhanîler, sabahları külhandan çıkıp giderler; asılarak, aşırarak, bir iş görerek ne elde ederlerse akşamleyin külhana getirirler. En geç kalan da gelince külhanın kapısı kapanır. Külhancı, sofrayı kurar. Külhanîler, hep beraber oturup yemeklerini yerler. Ondan sonra oyun oynanır, zar atma talimleri yapılır, bağlama çalınır. Uyku vaktine dek böylece vakit geçirilir. Sonra yatılır. Külhancı, yeni biri gelip de tören yapılacağı vakit, herkesle beraber sofraya oturur. Külhanîlerin, dervişler gibi, aralarında ayrı terimleri vardır.2

Gerçi fütüvvet ehlindeki mutlaka bir sanat, bir hırfet sahibi olmak, elinin emeğiyle geçinmek, haramdan kaçınmak ilkesine pek uyulmaz gibi görülüyorsa da, külhanîler ilk zamanlarda mahallelerin çöplerini toplamak, sokakları süpürmek gibi işleri de üstlenmektedirler. Ancak zamanla bu tür zor işleri yapmayı ya da dilenmeyi bırakıp, haraç toplamaya, gece sokakta adam soymaya değin zorbalık yapmağa başladılar. Mahalle sakinlerine ürküntü vermek için özellikle geceleri sokak aralarında naralar atarak dolaşırlar ve karanlıklara karışarak kaybolurlardı.

Ne var ki gece sokakta fenersiz gezmek yasak olduğundan bunlar "kol"gezen Yeniçeri Ocağı'nın Yirmisekizinci Orta'sının efrâdını oluşturan asesler tarafından yakalanırlar, suç unsuru görülürse kadı'ya götürülürler ya da asesbaşı'na tanınmış yetkiye dayanarak örfî ceza olarak külhanlarda sabaha kadar çalıştırılmak üzere İstanbul'un hemen her mahallesinde mevcut bir hamamda hamamcılara teslim edilirlerdi. Hamamların sabah namazından bir iki saat evvel hazır ve açık bulundurulması adet olduğundan fenersiz gezen kimlikleri belirsiz kişiler hamam külhanlarında çalıştırılarak cezalandırılmış ve geceleri bir daha fenersiz gezmemeleri sağlanmış olurdu.

Sabaha kadar odun taşımak, külhan ocaklarını temizlemek gibi işlerde çalıştırılan bu kişiler sabahleyin üstleri başları kurum ve kir içinde olduğu halde salıverirlerdi. Elbiseleriyle üst ve başlarının pisliği geceleyin bir yerde yakalanmış olduklarını belli ederdi. Bunlara «Külhanbeyi» denilmesinin sebebi buydu.

Osmanlı devletinde meyhane kültürü:

Evliyâ Çelebi İstanbul'da bulanan meyhaneleri şöyle tasvir ediyor: "Dört kadılık yerde 1060 kadardır. Cümlesi kefere ve fecere olmak üzere 6000 kişidir. Şarabın katresi haramdır. Lakin devletin gelirlerinden olduğundan şarabı men etmemişlerdir. Senevî hasılat alırlar. Başkaca bir emanettir. Otuz emin'in biri de budur. Galatada Domuzkapısı'nda oturur. 300 kadar tevabii olan büyük emanettir, İstanbulun -dört çevresinde meyhane çoktur. Amma pek fazla olarak Samatya kapısında, Kumkapı'da, Yeni Balıkpazarı'nda, Unkapanında, Cibali Kapısı'nda, Ayakapısı'nda, Fenerkapısı'nda, Balatkapısı'nda, karşıda Hasköyde bulunur. Hele Galata demek meyhane demektir. Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavudköy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve Anadolu tarafında Kuzguncuk, Çengelköy, Üsküdar, Kadıköyü nam mahallerde tabaka tabaka meyhaneler vardır. Meyhaneciler mezmum bir halk, mel'un bir kavimlerdir ki Galata meyhaneleri içre bu kadar hanende, sazende, mitrablar, kaşerlenmiş adamlar toplanıp gece gündüz sefa ile sürûr ederler."

Diğer taraftan içki üreten ve satanları da şöyle tanıtır: "Esnâf-ı hizan dilberan 500 neferdir. Bunlar bir alay hâneberduş eclâftır. Rakıcılar esnâfı 100 dükkân, 300 kişidir. Her bir nebattan gülsuyu gibi rakı çıkar. Esnâf-ı meyhaneciyan-ı piyâde dükkânları yokdur, 800 neferdir; Esnâf-ı meyhâne-i koltuk 300 dükkân, 800 neferdir."3

1. Külhanbeylerinin pîri olan Kulhânî-i Lay-har, rivayete göre meşhur Hakim Senaî'nin çağdaşı ve Gazne'nin meyhanelerini dolaşıp şarap tortusu toplıyan, yatıp kalktığı külhana getirip içen bir meczuptur.
2. Gölpınarlı, a.g.e., s. 152.
3. Koçu, Evliyâ, c.1, Esnaf Alayı.

Selamlık Alayı ve Surre Alayı nedir?

Selamlık Alayı:

Selâmlık Alayı, "Cuma Selâmlığı" olarak da bilinir. Cuma namazı, kazası mümkün olmayan farz bir ibadet olmakla beraber Memâlik-i Osmâniye'de cum'a hutbeleri Osmanlı Padişahı adına okunduğu için ve üstelik Padişahın hâlifelik sıfatı da bulunması sebebiyle Cum'a Selâmlığı Saray teşrifâtında, "Kılıç Alayı"ndan ve "Muayede Resmi" (Bayramlaşma Töreni)'nden sonra üçüncü sırada gelir.

Dolayısıyla hem terkedilemez bir ibadet olması ve hem de Allah'ın huzurunda herkesin eşit olduğunu simgeleyen bir Padişah- Halife'lik geleneği olarak her cuma günü "gösteri-tören" biçiminde Selâmlık Alayı yapılmıştır. Dolayısıyla Sadrâzam Şeyhülislâm, bütün erkân ve ricâl de Padişahla beraber "Selâmlık Alayı"na katılmak zorundaydılar. Padişahın mâiyetini oluşturan çavuşlar, peykler (önde baltacılar, sonra hademe-i hassa, hademe-i rikâb-ı hümâyun) olmak üzere Saray'da yerlerini alarak Selâmlık Alayı'nda sıraya girerler, Saray avlusunda Padişahın bindiği atın etrafını sararak yürürlerdi. Bu merasim belirli bir bir teşrifat kuralına göre düzenlendiğinden kimse bulunduğu yerden ayrılamazdı.

Saray ile selâtin camilerinden1 birine giden yolun iki tarafına yeniçeriler, sokak başlarına sipahiler dizilirdi. Halkın toplanması sağlamak için önceden bir "Sarık Alayı" yapılır ve Padişahın sarığı camiye götürülürdü. Camide buhurdanlar yakılır, hazinedar ağa Padişahın namaz kılacağı seccadeyi hûnkâr mahfeline (mahfel-i hümâyun) serer, Padişaha sunulmak üzere tepsiler içinde meyveler hazırlanırdı.

Padişah, merâsimle at biner, yanında Sadrâzam, vezirler, ulemâ, diğer erkân ve ricâl olduğu halde camiye doğru geçerken alkış ağaları kendisine çavuşlar ve hademeler, alkışa başlarlar ve camiye kadar yer yer "Uğurun hayır ola, yaşın uzun ola, yolun açık ola, saltanatına mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var" sözlerini yüksek seslerle yinelerler, halk da "Padişahım çok yaşa" diyerek alkış tutarlardı.

Cami'ye varıldığında da at inerken "seralkışçı" denilen alkışçıbaşının işâretiyle Saray hademeleri (hademe-i hassa) tiz sesle, "Aleyke avnullah, maşallah, uğurun hayrola, yaşın uzun ola, yolun açık ola, ikbâlin efzûn ola, saltanatına mağrur olma Padişahım senden büyük Allah var," diye Padişahı alkışlardı.

Cami girişinde Yeniçeri Ağası Padişahın çizmelerini çıkartarak terliklerini giydirirdi. Daha sonra, Sadrâzam ve Yeniçeri Ağası Padişahın koltuğuna girip onu hünkâr mahfelindeki seccadesine kadar götürürlerdi.

Padişah, Cuma namazını hünkâr mahfilinde, şehzadeleri ve güvendiği kişilerle birlikte kılar, namazdan sonra burada bazı kabullerde de bulunurdu. Çıkışında yoksullara sadaka dağıtılır, gelişteki tören yinelenerek Padişah cami dışında bekleyen atına biner ve geldiği yoldan törenle Saray'a dönerdi.

Ancak On yedinci yüzyılda, İstanbul'da çeşitli ayaklanmalar baş gösterince, Padişahların güvenliği açısından, Cuma Alayları basitce yapılır oldu. Padişahlar, yalnızca Dîvân çavuşları ve peykler ile çıktılar.

Surre Alayı:

Mekke'ye her yıl "Surre Alayı"2 gönderilmesi Yavuz Sultan Selim'in Hilâfet'i İstanbul'a getirmesinden sonra başladı. Surre-i Hümâyûn'u Surre emini olan Darüssaâde Ağası tarafından düzenlenmektedir. Belirlenen günde Surre Alayı'nı Üsküdar'a geçirecek olan çektirinin seher vakti Kireç Kapısı iskelesinde hazır bulundurulması bir Kaptan Paşaya Saray'dan bir emir yazılırdı.

Hareket günü Mekke şerifine gönderilen Nâme-i Hümâyûn ve Surre-i Hümâyûn defterleri incelenip Sadrâzam huzurunda mühürlendikten sonra, meşin keseler, Surre-i Hümâyûn defterleri ve Mekke emirine yazılan nâme-i hümâyûn Padişahın önünde kızlarağası tarafından Surre emini'ne teslim edilirdi.

Diğer taraftan Surre Alayı görevlilerine giydirilmesi âdet olan hil'atler cins ve adet olarak teşrifat defterinde belirtilmişti. Bu uğurlama töreni sırasında da Surre Emini'ne Sadrâzam önünde hil'at giydirilirdi.

Daha sonra Mahmel-i Şerif develeri sırayla Bâb-ı Hümâyûn'dan çıkar, yol boyunca toplanan halkın duaları arasında Kireç İskelesi'nde yeniden tekbîr ve dualar edilerek Üsküdar'a geçilir, oradan Selâmi Çeşme'de (Ayrılık Çeşmesi'nde) yine tekbîr ve dualarla Hicaz'a selâmetlenirdi.

1. Padişahların yaptırdığı camiler.
2. Aslında "surre", tıpkı gümüş paralar için "kese"nin birimi alınması gibi, altın paralar için kullanılan bir para ölçüsüdür.

Arpalık nedir?

Osmanlı Devleti'nde emekli olanlara ya da görevinden alınanlara için "arpalık maaşı", daha sonraları "tekaüdiye", "mazûliyet maaşı", "tarik maaşı", "rütbe maaşı" gibi adlarla emekli maaşı bağlanmaktaydı.

On altıncı yüzyılda önceleri Ordu ve Saray erkânına ve Saray kapıcıbaşlarına maaşlarına ek olarak veya mazûliyet (emekli) maaşı niteliğinde ödenek olarak veriliyordu. Ardından Şeyhülislâmlık, Kadılık, Kazaskerlik gibi İlmiye ricaline de verilmeye başlandı. Daha sonra İlmiye sınıfının tüm ileri gelenleri bundan yararlandı. On yedinci yüzyılda yararlık gösteren ya da kapı halkı olan vezirlere, ümerâya ve yöneticilere de arpalık bağlandı. Sancakbeyleri, dizdarlar, muhafızlar ve tahsisat olarak gazilere de "arpalık" dağıtılırdı.

"Arpalık" yukarıda anılan kişilere, bir kaza ya da sancağın yıllık gelirinin bir bölümünün "arpalık dirlik" olarak tahsis edilmesi, ya da Hazine'den "arpalık ulûfe" olarak belirli bir yevmiye verilmesidir. Arpalığın azami yıllık miktarı idareciler için 100 bin, ilmiye ricali için 70 bin, Yeniçeri Ağası için 58 bin, Saray mensupları için en yüksek tımar karşılığı olan 19.999 akçe olabilirdi.

On sekizinci yüzyılda ilmiye mensupları dışındaki arpalıklar kaldırıldı. On dokuzuncu yüzyılda arpalık dağıtımları Şeyhülislâm ve çok az sayıdaki ulema ile sınırlandırıldı.1

1. Tanzimat'tan sonra, ilmiye mensupları için de arpalık usulü kaldırıldı.