29 Aralık 2019 Pazar

YENİÇERİLERİN KILIÇLARININ ALTINDAN GEÇEN SULTAN

“Bu edepsizlik sizin aklınızın kusurudur”.

Fatih Sultan Mehmed ikinci defa tahta geçtikten sonra 1451’de Karaman seferine çıktı. Osmanlı ordusunu karşısında gören Karamanoğlu aman dileyince Fatih, Osmanlı topraklarına geri döndü.

Genç sultan Bursa’da iken yeniçeriler sefer bahşişi isteriz diye kazan kaldırdılar. Yolun iki tarafında silahlı saf tutan yeniçeriler, Fatih’e “Padişahımızın ilk seferidir, kullara ihsan gerek” dediler. Askerin bu davranışından oldukça rahatsız olup incinen Fatih, 10 kise akçeyi askere dağıtıp ortalığı sakinleştirdi.

Ardından Yeniçeri Ağası Kurtçu Doğan’ı falakaya yatırtıp, görevinden azletti. Yerine Mustafa Bey’i yeniçeri ağası yaptı. Yeniçeri subayları da Fatih’in öfkesinden nasiplerini aldı.

Yayabaşlarını çağırıp, “Bu edepsizlik sizin aklınızın kusurudur” diyerek onlara yüzer sopa vurdurdu ve görevlerinden azletti. Yeniçerileri kontrol altında tutmak için kendisine bağlı birkaç bin doğancı ve sekbanı aralarına kattı. Fatih’in askerin isyanına verdiği bu tepki ve yeni düzenlemeler yüzünden yeniçeriler onun saltanatı boyunca birçok zorlukla karşılaşmalarına rağmen bir daha seslerini çıkaramadılar.

Osmanlı'da İlk İsyan

“İstanbul’daki şehzâdenin yanına gideriz”.

II. Murad, 1444’de Varna Savaşı’nı kazandıktan sonra tahta tekrar çıkmayarak Manisa’ya çekilmişti. Ancak Veziriazam Çandarlı Halil Paşa, II. Mehmed’i destekleyen Şehabeddin, Saruca ve Zağanos paşalarla anlaşamıyordu ve II. Murad’ın tekrar tahta çıkmasını istiyordu.

II. Mehmed’in ilk hükümdarlığı sırasında, yeniçeriler Şehabeddin Paşa’nın vaktiyle Macaristan seferi sırasında tedbirsizliği yüzünden arkadaşlarını kırdırdığını bahane ederek ayaklandılar.

İsyanda paranın değerinin düşürülmesinin de etkisi vardı.

Yeniçeriler, Şehabeddin Paşa’yı öldürmek için evini bastılar, ancak paşayı ele geçiremediler. Paşanın evini yağmaladıktan sonra Edirne’nin doğusunda bir tepeye çekildiler. Yıldırım Bayezid’in oğlu olduğu iddia edilen ve İstanbul’da bulunan şehzadenin yanına gidecekleri tehdidini savurdular. İsyan, yeniçerilerin maaşlarına yarım (buçuk) akçe zam yapılarak yatıştırılabildi.

Ayaklanmanın asıl sebebi ise Çandarlı Halil Paşa’nın, II. Murad’ı tekrar tahta geçirmek istemesiydi. Nitekim isyan karşısında genç hükümdarın zor duruma düşmesi üzerine, II. Murad Manisa’dan Edirne’ye davet edildi ve gelişi genç padişaha bildirilmedi. II. Mehmed bir av partisine çıkarılarak oyalandı. II. Murad, Edirne’ye geldikten sonra yeniçerilerin onayını alıp, tahta çıktı. Oğlunu da Manisa’ya vali olarak gönderdi.


1446’daki Buçuktepe Vak’ası yeniçerilerin daha sonraki tarihlerde sıkça rol oynadıkları hükümdar değişiklikleri sebebiyle iktidara müdahale ile ortak olma sürecinin ilk adımıdır.

FATİH’İN ÖLÜMÜ VE YAĞMALANAN İSTANBUL

“Aç kurt koyuna nasıl koyulursa İstanbul’a öyle koyuldular”

İstanbul’da ilk askerî isyan, bu şehrin fatihi II. Mehmed vefat ettiğinde yaşandı. İstanbul gibi stratejik bir şehri 1453’de fethederek Osmanlı ve dünya tarihinin gidişatını değiştiren Fatih Sultan Mehmed, nikris hastalığından muzdarip olduğu için son zamanlarında adım atmakta bile zorluk çekmekteydi. Hastalığına rağmen ordunun başında, büyük ihtimalle Mısır’a sefer düzenlemek üzere 27 Nisan 1481’de İstanbul’dan ayrıldı. Halka ve askere hâlâ güçlü bir hükümdar olduğunu göstermek için, dayanılmaz acılara katlanmak pahasına, şehirden at üstünde çıktı.

Sultan II. Mehmed, Üsküdar’a geçtiğinde hastalığı artık yerinden kalkmasına bile müsaade etmeyecek derecede arttı. Hekimler tüm imkânlarını kullanarak Fatih’i iyileştirmeye çalışırken, askerler de birkaç gün Üsküdar’da beklemek zorunda kaldılar. Hazırlanan ilaçlar padişahın ağrılarını biraz hafifletir hafifletmez askere tekrar hareket emri verildi. Ama Gebze yakınlarındaki Hünkâr Çayırı’na gelindiğinde Fatih bir kez daha komaya girdi ve tabiplerin gayretlerine rağmen kısa bir süre sonra, 3 Mayıs 1481’de, ikindi vakti vefat etti.

Fatih Sultan Mehmed’in öldüğü, hemen üst düzey yöneticiler tarafından öğrenildi. Artık bundan sonra yaşanacaklar devlet adamlarının idare yeteneğine bağlı olarak gelişecekti. Fatih’in hayatta iki oğlu vardı; 33 yaşındaki büyük oğlu Bayezid Amasya’da, 22 yaşındaki küçük oğlu Cem ise Konya’da vali idi. Veziriazam Karamanî Mehmed Paşa, derhal iki şehzâdeye de ulaklar göndererek babalarının vefat ettiğini ve acele İstanbul’a gelmeleri gerektiğini haber verdi.

İstanbul’a erken gelen şehzâde tahta çıkacaktı. İki şehzâdeden biri tahta geçene kadar ölüm hadisesi etraftakilerden, özellikle de askerlerden gizli tutulmalıydı. Sultanın hamama gitmesi gerektiği bahanesiyle Fatih’in naaşı vakit kaybettirilmeden İstanbul’a geçirildi ve Topkapı Sarayı’na konuldu. Askerlerin, padişahın ölüm haberini öğrenip, İstanbul’da bir anarşiye yol açmamaları gayesiyle de şehre girmeleri yasaklandı. Şehri korumak üzere bırakılan askerlerin bir kısmı ve acemioğlanları, Fil Çayırı Nehri Köprüsü’nün tamiri ve gerekli hendeklerin kazdırılması bahanesiyle buradan uzaklaştırıldı. Ayrıca şehrin kapıları kapatılırken, Üsküdar ile İstanbul arasındaki deniz ulaşım araçları da Eminönü tarafına getirtildi.

Askerler, birkaç gün sonra II. Mehmed’in öldüğünü her nasılsa öğrendiler ve ellerine geçirdikleri balıkçı tekneleriyle İstanbul’a akın ettiler. Özellikle kapıkulu askerleri İstanbul’da, devrin kaynaklarında “fetret günleri”, “yeniçeri başın keser” gibi sözlerle ifade edilen ve Tarihçi Neşrî’nin benzetmesiyle “aç kurt koyuna nasıl koyulursa İstanbul’a öyle koyularak” büyük bir yağma başlattılar. Şehzâde Bayezid taraftarları askerin isyanını destekliyorlardı. 

Şehzâde Bayezid’in tahta çıkmasında en büyük engel olan Cem Sultan taraftarı Veziriazam Karamanî Mehmed Paşa konağında saklanmak zorunda kaldı. Ancak fazla bir süre geçmemişti ki, sokaklarda “Bayezid çok yaşasın” diyerek dolaşan askerler, Mehmed Paşa’nın konağını bastılar, divânhanede saklanan paşayı bulup parçaladılar ve kesik başını bir mızrağın ucuna takarak şehrin sokaklarında dolaştırdılar; konağını da yağmalayarak tüm malına el koydular. Ardından da birçok zenginin evini yağmaladılar.

Fatih tarafından İstanbul muhafızı olarak bırakılmış eski veziriazamlardan İshak Paşa, askere kesenin ağzını açarak, kısa sürede duruma hâkim oldu. Şehzâde Bayezid taraftarı olan İshak Paşa, İstanbul’da bulunan 11 yaşındaki Şehzâde Korkud’u babası gelene kadar vekâleten tahta çıkardı. Böylece askerin isyanı biraz olsun yatıştırıldı.

26 Mayıs 1481’de dört bin kişilik maiyetiyle önce Üsküdar’a, buradan da İstanbul’a gelen Şehzâde Bayezid, asker ve halk tarafından coşkulu bir şekilde karşılandı. Yeni padişah daha karaya ayak basmamıştı ki, İshak Paşa’nın kendilerine, “Hamza Beyoğlu Mustafa Paşa, cebbar ve intikamcı bir heriftir. Vezaret makamına gelirse, benim marifetimle ziyade artan maaşlarınıza zam yapmaz. Şimdi bu durumun olmasını istemezseniz, onun İstanbul’a geçmesine rızanız olmasın” şeklinde haberler göndermesi üzerine askerler II. Bayezid’in kayığının etrafını sardı ve Mustafa Paşa’nın Üsküdar’a geri gönderilmesini sağladılar.

Mâtem elbiseleriyle karaya çıkan II. Bayezid, askerlere para dağıtarak İstanbul’a girdi. Esnaf ve şehrin ileri gelenleri yeni padişahın atının ayakları altına kıymetli halılar ve kumaşlar serdiler, tabak tabak altın ve gümüş döktüler.


Yeniçeriler, yeni padişahı sarayın giriş kapısı olan Bâb-ı Hümâyûn’un önünde bekliyordu. Askerler, II. Bayezid’den veziriazamı öldürdükleri ve şehirde yağma yaptıkları için af dilediler. Padişah da askerleri affetti. Böylece İstanbul, bundan sonra sıkça karşılaşacağı isyanlar serisinin ilkini yaşamıştı.

16 Şubat 2018 Cuma

Yunan İşgali

Yunan İşgali | Anadolu'yu sarsan 3 yıl, 3 ay, 24 gün
Yunanistan’ın haksız ve hukuk dışı bir kararla İzmir’de başlayan harekâtı, askeri açıdan Anadolu’daki direnişi kırmak, hatta Ankara’yı ele geçirmek yolunda gelişirken; sosyal-siyasal açıdan da işgal bölgesinde Rum nüfusu temel alan kalıcı bir Yunan egemenliğini hedefliyordu. 26 Ağustos’ta başlayan Türk taarruzu bu planı bozmakla kalmadı; denizden gelen istilacılarla birlikte onbinlerce sivili de denizin diğer yakasına sürdü.

Geldikleri gibi gidemediler

Pers İmparatorluğu’nun Sard valisi Keyhüsrev (Kyros), M.Ö. 4. yüzyılda Atina ve Sparta’dan paralı askerlerle oluşturduğu orduyla Sard şehrinden hareket etmiş; Anadolu’yu geçerek Mezopotamya’nın güneyinde, Babil yakınındaki Kunaksa’ya inmişti. Burada ağabeyi, Pers kralı Keykavus’un (Artakserkses) ordusuyla savaşa tutuşan Keyhüsrev ölmüşse de, ordusu zafer kazanmıştı. Keykavus’un Yunanlı komutanları tuzağa düşürüp öldürmesi üzerine, Atinalı Ksenofon (Xenophon) ve dört arkadaşı, sayısı on binden fazla olan Yunan paralı askerlerine rehberlik ederek onları önce kuzeydoğuya götürmüş, ardından Karadeniz kıyılarını takiben Truva’ya getirmişti. Tarihe “Onbinlerin Dönüşü” olarak kaydolan bu yolculuğu Ksenofon “çıkış” anlamına gelen Anabasis adlı eserinde anlatır.

Bu olaydan 2320 yıl sonra, 1919 baharında onbinlerin torunları ya da Yunan Albay Dimitri Ambelas’ın deyişiyle “yeni onbinler”, bu kez Selanik’ten hareket etmiş; 15 Mayıs sabahı İzmir’e çıkarak başlattıkları “Anadolu seferi” yaklaşık üç buçuk yıl sürmüş, ama dedelerininki gibi mutlu bitmemişti. 

Onbinlerce insanın ölümüne, milyonlarcasının tarifsiz acı ve sıkıntılar yaşamasına neden olan bu sefer, Yunanistan’da “Küçük Asya Felaketi” olarak isimlendirilir.

Neden geldiler?
Bu sorunun yanıtı, genellikle sanıldığı gibi Yunan milliyetçiliği, başka bir deyişle “Megali İdea” öğretisi değildir. Esasen ikisi Yunanistan’dan, diğeri Yunanistan’ın 1. Dünya Savaşı’nda müttefiki olan İngiltere, Fransa ve ABD’den kaynaklanan üç sebep üzerinde durmak gerekir.

1. Egemenlerin horoz dövüşü
Egemen sınıflar arasında ve ülkeyi hem düşünsel anlamda, hem de idari olarak ikiye bölecek olan amansız mücadele, Yunanistan’dan kaynaklanan sebeplerin ilkidir. Bavyera ve Danimarka’dan ithal kralların başında olduğu ve on yıllardır iktidara demir atmış aristokratik oligarşi, 1910 Ağustos’unda yapılan seçimlerde iktidarını Venizelos’un temsilciliğini yaptığı burjuvaziye kaptırmıştı. 1915 Şubat’ında Kral Konstantin, hükümeti kurma görevini Gunaris’e vererek iktidarı aristokrasiye iade etmişse de, 12 Haziran’da yapılan seçimlerde rakiplerini silip süpüren Venizelos yeniden başbakan, burjuvazi de iktidar olmuştu.

Ama Konstantin ikinci hükümetini kurduktan sadece kırk beş gün sonra, Venizelos’tan başbakanlığı bırakmasını isteyerek, iktidarı bir kez daha aristokrasiye vermişti. Son seçimi kaybeden ancak iktidarı kaybetmeyen aristokrasinin, kral eliyle gerçekleştirdiği bu ikinci hükümet darbesi üzerine Venizelos Selanik’e gitmiş, Yunanistan’ın kuzeyi ve adalara egemen olacak geçici, ama Zaimis’in başında olduğu Atina’daki hükümete paralel yeni bir hükümet kurmuştu.

Yunanlıların “Ulusal Bölünmüşlük” (Ethnikos Dihasmos) dediği bu süreç, İngiltere, ve Fransa’nın desteğini alan Venizelos’un dolayısıyla Yunan burjuvazisinin bir kez daha iktidara gelmesi (Venizelos hükümeti) kurduktan bir gün sonra, 28 Haziran 1917’de Almanya ve müttefiklerine savaş ilan etmişti) ve Konstantin’in Yunanistan’ı terk etmesiyle tamamlanacaktı.

2. İflas etmiş devletin imparatorluk düşü
Boğazına kadar borçlandırılarak kurulan Yunanistan, 1893 yılında iflas ettiğini açıklayınca, alacaklı devletlerin temsilcileri Atina’da toplanmış ve Uluslararası Ekonomik Denetim Kurumu’nu oluşturmuşlardı. Böylece Akdeniz’in diğer geleneksel ekonomilerine; Portekiz, Mısır, Tunus ve Osmanlı Devleti’ne yapıldığı gibi, Yunanistan’a da ekonomik pranga vurulmuş oluyordu. Tuz, alkol, sigara kâğıdı ve petrolü tekeline alan; tütün vergisi ile liman gelirlerini toplayan bu kurum eliyle Avrupa, Yunan sermayesinin sanayiye yatırılmasını engellemekte ve Yunan bankalarına ortak olmak suretiyle ülkenin ekonomik yaşamını denetlemekteydi.

Balkanlar ve Yakındoğu’da yükselen milliyetçilik ve ulusal ekonomi inşasına yönelik uygulamalarının bir sonucu olarak, aynı yıllarda Yunan diasporası da Yunanistan’a sermaye ihracına başlamıştı. Sanayiden çok devlete borç verme, demiryolu ve kapitalist dünya pazarının istemleri doğrultusunda tefecilikte kullanılan bu sermaye; sahiplerinin servetlerini katlamıştı. Eleftheros Tipos gazetesinin, 1919 yılı başında yazdıkları, Yunanistan’ın çaresizliğini ve iktidarın seçeneksizliğini göstermektedir:
“Savaşın sırtımıza yüklediği ağır yükten sonra, sınırlarımız tüm Yunan halkını tek bir Yunanistan içinde toplayacak bir şekilde genişletilmezse, ekonomik bakımdan yaşamaya devam edemeyiz”.

Tercüme etmek gerekirse Yunan burjuvazisi, ülkenin ancak, kalabalık soydaş nüfusuyla birlikte tarım, ticaret ve madenler bakımından zengin Anadolu’nun batısı ve (Doğu) Trakya’yı almak suretiyle Avrupa sermayesinden ekonomik, dolayısıyla siyasi bağımsızlığını kazanabileceği düşüncesindeydi. Küçük Yunanistan, ulus devletler çağında, Venizelos’un “… dört denizle yıkanan ve kendi penceresinden Karadeniz’i seyreden” diye tanımladığı, büyük bir imparatorluk olmak istiyordu.

3. İtalya zor, Yunanistan kolay lokmaydı
İtalya, İtilaf Devletleri’nden biriydi ve 1917 tarihli gizli bir anlaşma ile, müttefikleri kendisine İzmir ve çevresini de içine alan bir pay vaat etmişlerdi. Söz konuşu anlaşmayı sonradan, “Rusya’nın onayı ile yürürlüğe gireceğine ilişkin hükmü” gerçekleşmediği için tanımayan müttefikler, İtalyan fırsatçılığının sebebiyet vereceği olası kayıplardan endişe ediyorlardı.
Akdeniz’in ikinci büyük gücü olan İtalya’ya söz dinletebilmek kolay değilken Yunanistan, birçok bakımdan İngiltere ve Fransa’nın tercih edebileceği bir ülkeydi. Henüz terhis etmediği ordusu, Akdeniz ve Karadeniz’deki müttefik çıkarlarını koruyabilirdi. Bu küçük ülkenin, bağımsız politikalar izleyemeyeceği açıktı. Müttefikler 6 Mayıs 1919’da Yunanistan’a, Anadolu seferi için vize verirken bunları hesaplamışlardı.

Nasıl geldiler?
Savaşın galibi büyük devletler, 1919 ve 1920 yılında, Avrupa’nın çeşitli kentlerinde topladıkları konferanslarda, savaş değirmenine su taşıyan bir dizi karar aldılar. 18 Ocak 1919’dan beri toplantı halinde olan Paris Barış Konferansı’nın, İtalya’nın hazır bulunmadığı 6 Mayıs tarihli oturumunda alınan, yeni onbinlerin İzmir’e gönderilmesine ilişkin karar da bu bağlamdadır.
Mütareke (Mondros) mukavelesinin:
“Müttefiklerin emniyetlerini tehdit edecek durum olduğunda, herhangi bir noktayı işgal hakkı olacaktır” diyen 7. maddesine dayandırılan bu haksız ve hukuk dışı karar, ardında onbinlerce ölü ve yaralı; aç ve açıkta milyonlarca göçmen; zarar-ziyan ve etkileri günümüzde bile hissedilen derin acılar bırakan bölgesel bir savaşa neden olmuştu.

Venizelos, İzmir’in işgali görevinin, Yunanistan’ın en seçkin birliği olan 1. Piyade Tümeni’ne verilmesini istemişti. Albay Nikolaos Zafirios’un komutasında üç piyade alayıyla iki topçu taburundan oluşan bu tümen, 12 Mayıs’ta Eleftheron limanında (Selanik yakınlarında) demirlemiş nakliye gemilerine bindirilmişti. Aynı limanda, İngiliz kaptan Gover Granvil’in komuta ettiği üç İngiliz ve dört Yunan torpidosundan oluşan bir filotilla da bulunuyordu. Bu filotillaya nakliye gemilerini İtalyan donanmasından ve olası tehditlerden koruma görevi verilmişti.
13 Mayıs sabahı limandan ayrılan gemiler, İzmir’deki İngiliz Amirali Calthorpe’dan aldığı emir gereği, 14 Mayıs öğle üzeri, Midilli Adası’nın Yera Körfezi’ne demirledi. Leon torpidosuna binen tümen kurmay heyeti, akşama doğru İzmir’e geldi. Averoff ve Iron Duke zırhlısında yapılan görüşmelerde çıkarmanın ayrıntıları belirlendi.

İşgal planı
Plan şöyleydi: Olası bir Türk direnişini kırmak için İzmir kuşatılacak, 1/38 Evzon Alayı güneybatıdan Karantina-Kadifekale çizgisini; Beşinci Alay Kuzeybatıdan Punta (Alsancak)-Kadifekale çizgisini tutarken, Dördüncü Alay Türklerin oturduğu mahalleleri denetim altına alacaktı. Padişah ve hükümetten oluşan merkezi iktidar odağı ile bunun İzmir’deki mülki ve askeri uzantısı olan vilayet ve 17. Kolordu’nun başında bulunanların, kayda değer bir tepki göstermediği çıkarma işlemi; 15 Mayıs 1919 sabahı başlamış, yerli Rumların sevinç gösterileri eşliğinde 1. Piyade Tümeni, Punta İskelesi’ndeki Avcılar Kulübü önüne inmişti. Beraberinde Rumlar olduğu halde, saat 11.00 sularında vilayet konağı önüne gelen Evzon Alayı’nın öncü birliği, kim ya da kimler tarafından sıkıldığı halen tartışma konusu olan kurşunların hedefi oldu. Anlaşılan o ki, sayıca Rumlardan çok olduğunu göstermek için geceyi Maşatlık’ta bir arada geçiren bazı Türkler, yeni onbinleri taşıyan gemilerin gün ışırken körfeze girdiğini görünce, ev veya işleri yerine, vilayet konağı önüne giderek elleri tetikte beklemeye başlamıştı.

İlk kurşun
Bu kurşunların neden olduğu kısa süreli bir paniğin ardından yeni onbinler ve Rumlar, kolordu binası (Sarıkışla), vilayet konağıyla Kemeraltı Caddesi’nin girişi ve civarındaki kahve ve otellere, bir saat boyunca kurşun yağdırdılar. Zafirios, Venizelos’a gönderdiği 25 Mayıs tarihli bir raporda, 15 Mayıs kurbanlarını şöyle tasnif etmiştir:
“Yunanlılar: asker 2 ölü, 9 yaralı; sivil 9 ölü, 34 yaralı. Türkler: asker 5 ölü, 8 subay, 8 er ve 41 sivil yaralı ve değişik milliyetlerden 47 ölü. Toplam 163 kişi. “Fransız Başbakanı Clémenceau’ya gönderdiği bir mektupta Venizelos, toplam sayıyı değiştirmezken, Yunan kayıplarını şişirmiştir.
Paris Barış Konferansı’nın 15 Mayıs olaylarını araştırması için kurduğu komisyonun raporunda ise şöyle denmektedir:
“İzmir’in işgali sırasında ölen ve yaralananların sayısı kesin olarak bilinmemektedir. Tahminen Yunanlılardan 2 er ölü, 6 yaralı; Türklerden ise, 300 veya 400 ölü ve yaralıdır”.
Türk belgelerine göre “işgalin ilk 48 saati içinde İzmir ve banliyölerinde (Urla Yarımadası ve köyleri dahil) öldürülen Türklerin sayısı 2000’in çok üzerinde” idi. İşgali izleyen Yunanlı gazeteci Mihailidis; sadece 15 Mayıs günü, 4000 Türk’ün (sivil ve asker) tutuklandığını yazmıştı.

Yunan örgütü
Yunan Hükümeti, Mondros sonrası İstanbul ve İzmir’e, bu kentlerde yaşayan Türkler dahil tüm halkları kazanmaları misyonu ve “yüksek komiser” sıfatıyla memurlar göndermişti. 21 Mayıs’ta İzmir’e gelen yeni Yunan Yüksek Komiseri Aristidis Stergiadis’e verilen görev ise, 1914 ilkbaharında doğu Ege adalarına sevk edilmiş Osmanlı Rumlarını evlerine yerleştirmek için gerekenleri yapması ve barış anlaşmasıyla Osmanlı Devleti’nden devralınacak arazide kurulacak Yunan yönetiminin zeminini hazırlamasıydı.

Menderes, Gediz ve Bakırçay’ın yardığı vadileri izleyerek doğuya ilerleyen yeni onbinler; Anadolu’da da İzmir’deki sivil yönetime bağlı olması dışında sürekli değişen ve büyüyen, bu nedenle oldukça karmaşık bir örgütsel yapı kurmuştur.

Bu yapının çatısını, işgal dönemi boyunca resmi ismi ve başkomutanı çok sık (ortalama beş ayda bir) değiştirilmiş Küçük Asya Ordusu Komutanlığı (KAOK) oluşturmaktadır.

26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz başlamadan hemen önce, Tümgeneral Hacianestis’in komutasında on dört tümen, beş alay ve Yüksek Genel Komutanlığa (YGK) bağlı birlikleriyle yaklaşık 200.000 kişiden oluşan bu savaş makinesinin ciddi sorunları vardı.

Boğazına kadar siyasete batan komuta kadrosu (Konstantinist-Venizelist kamplaşması); sürgün niteliğindeki tayinler nedeniyle subayların birliklerini terk etmesi; komünistlerin savaş yılgını erler arasında yürüttüğü “eve dönüş” kampanyası; giderek kötüleşen siper koşulları ve ağır kayıplar bu sorunların başında geliyordu.

Rumların iskânı
Osmanlı Devleti’nin savaştan önce ve savaş sırasında, yeni onbinlerin Anadolu’da işgal ettiği bölgeden “harice sevk ettiği” Rum-Ortodoks cemaatinden uyrukları evlerine yerleştirildi ve arazileri kendilerine iade edildi. 31 Aralık 1920 tarihi itibariyle Anadolu’da iskân edilen Rum göçmenlerin sayısı 126 bindir (daha fazla değil). Hükümet son beş yılı bin bir zorlukla geçirmiş bu insanların durumlarını iyileştirmek için, 1 Aralık 1920 tarihi itibariyle 16.136 göçmene, 17.503.765 Drahmi borç vermiş; gelecek göçmenler için ayrılmış iki buçuk milyon Drahmi’yi yetersiz bularak, beş milyon daha göndermeyi kararlaştırmıştı.

Ayrıca Rum göçmenlere pulluk ve kaliteli tohum dağıtılmış; tarım kursları düzenlenmiş; ev, okul, yol ve kiliseleri onarılmış veya yapılmış; su kuyuları ve pompaları temizlenmiştir. Kuvayı Milliye’nin denetiminde olan bölgeden İzmir’e gelmiş Rum göçmenler, Bahri Baba Parkı’nda kurulan bir kampta toplanmış; bunlara, ekmeğiyle birlikte günde 2.000 kap (1000’i Türk göçmenlere veriliyordu) yemek verebilen bir aşevi açılmıştı.

Göçe zorlama
İzmir ve art bölgesinin işgali sırasında ve sonraki günlerde, Türklere yönelik, ve Rum milislerce de desteklenen öldürme, yaralama, ırza geçme, işkence, dayak, sürgün, gasp, soygun, angarya ve kundaklama başlığı altında toplanabilecek uygulamalar planlıydı ve beklendiği gibi dahile ve beklenmeyen bir şekilde İzmir’e doğru kitlesel bir Türk göçüne neden olmuştu.

Anadolu’nun batı sahiline serpilmiş bazı kaza merkezleri dışında, Rum nüfusun çoğunlukta olmadığını bilen Yunanistan böylece, demografik yapısını lehine çevireceği işgal bölgesinin, kendisine bırakılmasını garantilemek istiyordu. 15 ve 16 Mayıs 1919 günü karıştıkları olaylar bilinmesine rağmen, Rum milislerin ısrarla askeri operasyonlara dahil edilmesi bundandır. 1919 Ekim’i itibariyle göç eden Türklerin sayısı, Venizelos’a göre 180.000, Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti’nin bir raporuna göre ise, 300.000’di. 1920 Haziran’ı itibariyle İzmir’de değişik milletlerden 64.500 göçmen bulunuyordu ki, Türklerin çoğu cami ve medreselerde barınmaktaydı.

Sağlık işleri
Ahlaki ve diplomatik boyutları olan gereklilikler ve propaganda amacıyla, özelde İzmir’deki Türk göçmenlere ve genel anlamda işgal bölgesi içinde yaşayan herkese, sosyal yardımlarla desteklenmiş bir sağlık hizmeti sunulmuştur. Hizmete soktuğu aşı istasyonları ve dispanserler eliyle yüz binlerce aşılama, muayene ve tahlil yaptırıp reçete yazdırtan; ihtiyaç sahiplerine ücretsiz ilaç, et, ekmek, süt, sıcak yemek ve yakacak maddeleri dağıtan Yunan yönetimi; işgal bölgesinde yüksek bir halk salığı standardı oluşturmayı başarmıştı. Yunan Kızılhaç’ına bağlı hastane ve dispanserlerle işgal bölgesi içinde çalışmasına izin verilen Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne ait dispanserlerin, bu sonucun alınmasında yaptığı katkı unutulmamalıdır.

Ağır cezalar
Uluslar arası hukuka göre yeni onbinler, barış anlaşması yapılıncaya kadar, işgal bölgesinde geçerli yasa ve yönetmeliklere uymak zorundaydı. Ancak Yunanistan “sıkıyönetim mahkemeleri” (ektakto stratodikio) kurmak suretiyle hukuku delme yoluna gitti. Böylece Rumlar Osmanlı mahkemelerinden kurtarılmış, dolayısıyla Türklerin hak ve hukuk arama şansı ve Osmanlı yargı hakkı yok edilmiş oluyordu. KAOK, 17 Mayıs 1919 günü yayımladığı bir duyuru ile halkı güya 15 Mayıs’ta 15 Mayıs’ta ilan edilmiş sıkıyönetimin gereklerine uymaya davet ederek, sıkıyönetim mahkemelerini meşrulaştıran son adımı da atmıştı. Özellikle Kuvayı Milliye’ye yardım ve yataklık iddiasıyla pek çok Türk’ü 101 yıl hapis ve müebbet kürek gibi ağır cezalara çarptırmış olan mahkemeler, suça göre değil sanığın milliyetine göre cezalar verdi.

Kaçırılan tarih
İşgal yönetiminin Anadolu’ya ait arkeolojik eserleri Yunanistan’a nakletmeyi amaçlayan ilk girişimi 1919 sonbaharında oldu. Sudan bir bahane ile Bergama Müzesi’ne el koyan işgalciler, Osmanlı makamlarının itirazlarına aldırmayarak, buradaki eserleri bir şekilde Atina’ya taşıdı. Atina Arkeoloji Derneği’nden İkonomos ile yine Atina’daki Bizans Müzesi’nin müdürü Sotiriu, Klozemenia (Urla), Efes ve Nisa’da (Aydın/Sultanhisar) başlatıp yürütülen kazılara ekonomik destek vermişti. Bu kazıların amacı başlangıçta, Yunan uygarlığının işgal bölgesine damgasını vurduğunu göstererek, “Enosis’e zemin hazırlamak”tı. Tahrip edilen arkeolojik dokudan alınmış eserler, İzmir üzerinden Atina’ya sevk edildi.

İzmir’de üniversite
Sevr Anlaşması’ndan sonra, bazı Türk okullarıyla medreselere ısınma, kırtasiye, beslenme giderleri ve öğretmen maaşları için bir miktar para aktaran Yunan yönetimi, Rumlara ait ilk ve orta dereceli okullara deyim yerindeyse “yağdırmış” ve İzmir’de bir (Rum) Erkek Öğretmen okulu ile lise açmıştı. Ama işgal yönetiminin eğitim alanındaki en görkemli girişimi, hiç kuşkusuz İzmir Yunan Üniversitesi’ydi. Amaç, Anadolu’dan Yunanistan ve Avrupa’ya yönelen beyin göçünü durdurmak ve Enosis’i geciktirebilecek eksiklikleri (yetersiz üretim ve Yunanca bilmeme gibi) gidermekti.

Kurucu rektörlüğüne Göttingen Üniversitesi’nden matematik profesörü Karatheodoris’in atandığı ve “Doğu’nun ışığı” olması beklenen üniversitenin Fen Bilimleri ve Ziraat; Mühendislik Bilimleri; Doğu Dilleri ve Kültürü; İktisat ve Kamu İdaresi fakülteleriyle Hıfzıssıhha Enstitüsünden oluşması planlanmıştı. İki yıl içinde fiziki altyapısı (şimdi İzmir Kız Lisesi’ne ait binalarda) ve kadroları tamamlanan İzmir Yunan Üniversitesi, sadece kimya bölümünde öğretime başlayabildi (Cumhuriyet döneminde İzmir’de ilk üniversite, Ege Üniversitesi 1955 yılında kurulabildi).

Özerklik girişimi
Anadolu’dan ayrılmadan kısa bir süre önce, 12 Ağustos 1922 günü Yunanistan, kamuoyuna hitaben yayımladığı bir bildiriyle işgal ettiği bölgenin özerkliğini ilan etmişti. İngiltere hükümetinin, Türk ordusu ile Çanakkale Boğazı arasında tampon olacağını düşündüğü için destek verdiği bu girişimiyle Yunanistan, artık kalamayacağını bildiği işgal bölgesini, Rum soydaşları için güvenli kılacak bir idari yapı oluşturmayı amaçlamıştı.

Nasıl gittiler?
26 Ağustos 1922 sabahı başlayan Türk taarruzu, sansür nedeniyle cephe gerisinde dolayısıyla İzmir’de duyulmamış/duyulamamıştı. İzleyen günlerde trenlerin, daha önce görülmediği kadar çok ölü ve yaralı askeri İzmir’e getirmesi Türkleri sevindirirken Rumları kaygılandırmış olmalıdır. Bu nedenle İzmirli Rumlar, Amalthiya (İzmir) gazetesinin 30 Ağustos tarihli nüshasında, “Düşman saldırısının şiddeti nedeniyle dün Afyonkarahisar’ın tahliyesi emredilmiştir…” diyen 28 Ağustos tarihli askeri bülteni okuduklarında, cephenin çöktüğünü anladılar. O sırada Türk ordusu yönünü İzmir ve Akdeniz’e çevirmişti. Yerli Rumlar da, bulabildikleri her tür araç ve götürebildikleri her şeyle birlikte, Türk ordusunun önünden aynı yöne kaçmaktaydılar.

Adalara geçmek isteyen onbinlerce Rum göçmen, rıhtım ve yolcu gümrüğüne yığılmış durumdaydı. Polis müdürlüğünden alınmış seyahat izni ve pasaport talep ederek, başlangıçta bunların Anadolu’dan ayrılmalarını engellemeye çalışan işgal yönetimi, sonraki günlerde bazı vapurlara el koyup Adalar’a sefer bile yaptırmıştı. Yunanistan’ın İngiliz Hükümeti’nden ateşkes istediği 2 Eylül günü Stergiadis, kıdemli memurlarına arşivlerini toplamaları ve harekete hazır olmaları talimatını verdi. İzmir’de ne ekmek ne de asayiş kalmıştı. Rum milislerin, yerleşim merkezlerini yakıp yıkacağından endişe eden birçok Türk de, İzmir’e gelerek cami, medrese ve okullara sığınmıştı.


Ve 9 Eylül
9 Eylül sabahı Sabuncubeli’nden hareket eden ve Bornova-Mersinli güzergâhını geçen 5. Süvari Kolordusu’nun 2. Tümeni’nden Yüzbaşı Şerafettin Bey’in komuta ettiği öncü birlik, rıhtımdaki binlerce Rum ve yeni onbinlerin döküntüleri arasından geçerek, saat 10.30’da vilayet konağına varmıştı. Boynu ve kolundan yaralı olan Şerafettin Bey, burada bir Türk gencinin verdiği al sancağı gözyaşları içinde konağın balkonundaki göndere çekmişti.

Böylece İzmir, üç yıl, üç ay, yirmi dört gün çektiği hasretin ardından, gerçek sahibiyle kucaklaşmış, Türkiye emperyalizm illetinden kurtulmuştu ama, işgal sürecinde ödediği bedel çok ağırdı.
* * *
Megali İdea nedir?
Yunancada “büyük fikir” demek olan bu kavramı, Başbakan Kolettis ilk kez 14 Ocak 1844’te yaptığı bir meclis konuşmasında telaffuz etmişti. Adriyatik Denizi-İran ekseninde, Yunan soyundan herkesi, başkenti İstanbul olacak bir devletin sınırları içinde buluşmayı hedefleyen bu öğretinin o dönemdeki amacı; topraksızlıktan ötürü sefalet içinde yaşayan Yunan köylüsünün, iflas halindeki hükümeti devirmesini önlemekti. Yunan köylüsü ve emekçisinin enerjisini dış politikaya aktaran Megali İdea: Yunanistan’da ezilen sınıfları hak ve iktidar mücadelesi yapmaktan alıkoyduğu için, egemen sınıfların iktidarını pekiştiren bir araçtı. Venizelos’un savaşçı ve yayılmacı Megali İdea’sı ise, Batı uygarlığının Yunanlılığı yok etmek için aşıladığı bir öğretiydi. Gerçekte Yunan ekonomisinin durumu, hangi sınıf iktidarda olursa olsun Yunanistan’a, Venizelos’un savunduğu Megali İdea dışında bir tercih yapma şansı vermiyordu.

Hasan Tahsin veya Osman Nevres
İzmir’e çıkan Yunan askerlerine ilk kurşunu atan Hasan Tahsin, Selaniklidir ve gerçek adı (Recepoğlu) Osman Nevres’tir. Selanik Feyziye Mektebi’ni bitiren Nevres’in hayatında, okulun o dönemdeki idarecisi, daha sonraları İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en etkili isimlerinden, Maliye Nazırı Cavit Bey’in önemli bir rolü oldu. Nevres, Paris Sorbonne Üniversitesi Siyasi İlimler Akademisi’nin ardından Teşkilat-ı Mahsusa kadrosuna katıldı.

İttihat ve Terakki tarafından 1914’ün Ekim ayında Sofya’ya gönderilen Nevres’in görevi, Bulgaristan’ı Üçlü İtilaf tarafa çekebilmek için orada propaganda yapmaya gelmiş İngiliz parlamenterler Noel Edward ve Charles Roden Buxton kardeşleri öldürmektir. Osman Nevres ikisini de vurur fakat öldüremez. Teşhis edildiği için İttihat ve Terakki yöneticileri kimliğini değiştirerek kendisini İzmir’de saklar. Hasan Tahsin İzmir’de bir şirket kurar ve gazete çıkarmaya başlar. Pasaportuna yazılan “Hasan Tahsin” takma adını ölene kadar kullanır. 15 Mayıs’ta ilk kurşunu attığında, İzmir’de Hukuk-u Beşer (İnsan Hakları) gazetesini çıkarmaktadır ve 31 yaşındadır. Hasan Tahsin’den ilk kurşun, Konak Meydanı’nda Yunan sancağını taşıyan askere gider. Aynı yerde öldürülen Tahsin, işgale karşı halkın simge ismi olur.

Prof. Dr. Engin Berber

Şeyh Sait ve Şeyh Sait İsyanı

Şeyh Sait ve Şeyh Sait İsyanı (1925 - 1936)
TBMM'nin kurulmasından sonra muhalefet Cumhuriyet'in ilânına kadar gizli ve küçük bir grubun direnmesi şeklinde çalıştı.
Cumhuriyetin ilânından sonra muhalifler 1924'de Terakkiperver Cumhuriyet Partisi'ni kurdular. Bu partinin kurucuları arasında İttihat ve Terakki Partisinin nüfuzlu adamları, Meşrutiyetçi gruplar ve Malta'da sürgün hayatından kurtulan birkaç kişi de vardı.

Parti, programında liberalizm ve demokrasi esaslarını kabul etmişti. Fakat partinin programındaki, "Parti düşünce ve dinî inançlara saygılıdır" maddesi Cumhuriyetin ilânı ve hilâfetin kaldırılmasından memnun olmayan kimselerle, mürtecilere ümit ve kuvvet vermişti.
Nihayet gerek Terakkiperver Cumhuriyet Partisinin, gerekse yabancı devletlerin propagandaları neticesinde Doğu vilâyetlerinde ayaklanma oldu.


Şeyh Sait adında bir şeyh, birtakım cahil kimseleri etrafına toplayarak hükümete karşı ayaklandı (11 Şubat 1925). Ele geçen belgelerden Şeyh Sait taraftarlarının, devletin başına Abdülhamit oğullarından birini geçirmek istedikleri anlaşılmıştır. Muhalifler, Mecliste Şeyh Sait ayaklanmasını mevziî bir hareket olarak göstermeğe çalışmış, olağanüstü tedbirlerin alınmasına engel olmak istemişlerdir. Halbuki din elden gidiyor diyerek ve şehirleri yağma vaadiyle ayaklandırılan âsiler az zamanda Elâzığ ve Diyarbakır'ı sardılar.
Bunun üzerine Hükümet ve Meclis tedbirler almaya gerek görerek ve şu tedbirler alınmıştır.
1- Kısmî seferberlik yapıldı.
2- "Hıyaneti Vataniye Kanununa bir madde eklendi ve "Takriri Sükûn Kanunu" çıkarıldı.
Hıyaneti Vataniye Kanununa eklenen madde, dinin siyası gayelere alet edilerek cemiyetler kurulamayacağı idi. Bu cemiyetleri kuranlarla bu cemiyetlere girenler, memleket düzenini bozanlar, cumhuriyeti tehlikeye düşürenler vatan haini sayılacakları belirtiliyordu. Takriri Sükûn Kanunu, Hükümete gericilik, ayaklanma ve bozgunculuk hareketlerine karşı istediği gibi tedbir almak yetkisini veriyordu.

3- Birisi Ankara'da, diğeri Elâzığ'da olmak üzere iki İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Büyük Millet Meclisi tarafından seçilen milletvekillerinden kurulan bu mahkemelerin verecekleri idam kararlarını Meclis onaylamadan infaz yetkisi vardı.
Asiler üzerine gönderilen askerî kuvvetler ayaklanmayı kısa zamanda bastırmayı başardılar (7 Mart 1925).
Şeyh Sait ve adamları yakalanarak idam edildiler. Bu suretle devrimi boğmak için ayaklanan gericilik hareketi bastırılmış, memleket ve devrim kurtarılmıştır.


İsyan Öncesi Anadolu'daki Durum
Şeyh Sait, Elazığ'ın Palu kazasından ve Nakşibendi tarikatının büyüklerindendi. Palu'da büyük koyun sürülerine yetecek kadar meralar bulunamayınca Erzurum'un Hınıs kazasına yerleşti. Dini istismar ederek, çevrede oldukça tanınmış ve sözü geçen biri oldu. Suriye ile ticaret yaptığından, sık sık oraya giderdi. Zenginliği ve tarikat ileri geleni oluşu ve feodal bir düzen içindeki ağalık sıfatı ile Kürtler üzerinde oldukça etkili idi.

Cumhuriyetin ilanından bir süre önce dağılmış olan Kürt Teali İslam Cemiyeti ileri gelenlerinden, Seyit Abdülkadir, Ceyranlı, Hüsman, Halit, Hacı Musa ve eski Mebuslardan Yusuf Ziya ve ailelerinin katıldığı gizli bir komite kurarak, Kürdistan bağımsızlığı için çalışmalarını sürdürdü. Yusuf Ziya'nın aracılığı ile Hınıs'ta oturan Şeyh Sait ve ailesi de örgüte katıldı.

Bu gelişmeleri yakından izleyen İngiltere, elçiliğinin çeşitli kaynaklarından edindiği bilgileri, düzenli olarak elde ediyordu. Bölgede bir ayaklanma çıkartmak ve bu yolda Musul konusundaki isteklerini Türkiye'ye kabul ettirmek amacında olan İngilizler, Nasturi'leri kışkırtarak bir ayaklanma çıkmasını hazırladılar .
İngilizlerin kışkırtması ve yönetiminde çıkan Nasturi ayaklanmasına karşı, o günün çok güç şartları içinde yapılan bastırma girişimleri kesin sonuca ulaşamadı. 

Ayaklananların çoğu sınır dışına kaçtılar İngilizlerin, Musul sorunu için açtıkları bu olay , siyasi ve askeri çok çetin çalışmalar sonucunda taraflarca kabul edilen sınırın gerisine çekilmekle sona ermiş kabul edildi. Bu ayaklanmada, İngilizler asileri desteklemekle kalmayıp, uçakları ile de saldırılara katıldılar.
Kürt İstiklal Komitesi üyelerinden ve eski Mebuslardan Yusuf Ziya, Musa ve Cibranlı Halit beyler ve bazı arkadaşları 1924 yılında çıkan Nasturi ayaklanması dolayısıyla tutuklanmış ve mahkum olmuşlardı. 

 Bu arada Şeyh Sait'in tanıklığına gerek duyularak Bitlis Harp Divanına çağrılmıştı. Bu durum Şeyh Sait'i kuşkulandırdığından; yaşlı ve hasta olduğunu ileri sürerek, ifadesini bulunduğu yerde alınmasını istedi. Harp Divanı bu isteği kabul etti. İfadesi Hınıs'ta alındı. Kuşku içinde olan Şeyh Sait, oğlunu İstanbul'a yolladı. Bir yandan Bitlis Harp Divanının, kendisi hakkında görüşlerini adamları aracılığıyla araştırırken; diğer yandan Diyarbakır, Çapakçur, Ergani ve Genç dolaylarında bir ay kadar dolaştıktan sonra, 13 Şubat 1925'te Piran köyüne gelerek kardeşinin evine yerleşti.

Bu arada İstanbul'da, örgüt mensupları kendisine İngiliz ajanı süsü veren bir Türk polisi ile görüştüler. İngiltere'nin, çıkacak bir ayaklanma sonunda kurulacak Kürdistan'ı maddi ve manevi yönden desteklemesi isteklerini ve programını şöyle belirtmişlerdi :
1- İngiltere, Kürt Emirliği'nin kurulmasını destekleyecek ve koruyacak.
2- 1926 yılında başlayacak ayaklanmanın ilk hedefi, Diyarbakır'ı ele geçirip, Musul sınırında İngilizlerle ilişki sağlamaktır.
3- Kurulacak Kürt Emaretine Akdeniz'e çıkış sağlanacak.
4- Emaretin başına Seyit Abdülkadir getirilecek.
5- Diyarbakır ele geçtikten sonra, İngiltere her çeşit para ve silah yardımı yapacaktı.

Program bu kadar değildi. Doğuda ayaklanma çıkınca, Batı Anadolu 'da ve İstanbul'da da Hilafetçi ayaklanmalar çıkartılacak, Ankara iki ateş arasında kalacak ve V ahdettin İstanbul'a gelecekti.

Yapılan propagandalar '' Cumhuriyet Yasaları ile İslamiyet'in, dinin, namaz, oruç, kuran, nikah, ırz ve namusun kalkacağı bütün aşiret ağalarının ve hocaların Ankara ' ya sürülecekleri ve bunlardan, yasalara uymayanların denize atılacağı'' şeklinde olup halkı devlete karşı ayaklanmaya kışkırtıyordu. Cibranlı Halit ve adamları da Hükümete haber verilmesini engelliyorlardı. Durumu Atatürk'e ilk kez duyuranlar Varto'da oturan Hornek aşireti oldu.

1924'te Erzurum depremi sebebiyle Erzurum'a gelen Atatürk'e bilgi verildi. O da Cibranlı Halit'in yakalanması için ilgilileri uyardı. Erzurum'a gelmiş olan Yusuf Ziya tutuklandı ve Bitlis Harp Divanına yollandı. Suçunu kabul etti ve Cibranlı Halit, Hasananlı Halit, Şeyh Sait ve Hacı Musa'nın adını açıkladı. Hacı Musa hemen tutuklandı. Fakat aşiretlerinin ayaklanmaması için Hacı Musa ve bazı tutuklular serbest bırakıldı.

Bu arada Şeyh' in oğlu da İstanbul ve Suriye'de çeşitli kişilerle görüşmüştü. Eğer bir ayaklanma çıkarsa 'Cemiyet-i Akvam' a haber vereceklerini ve asker bulunmadığı için aşiretlerin yöreyi kolayca ele geçirebileceklerini söyledi. Bundan sonra dini bir ayaklanma fetvası hazırlandı. Cumhuriyetin ve Mustafa Kemal'in dinsizliği, din kurallarına aykırı davrandıkları ileri sürüldükten sonra, mal ve canlarının helal olduğu belirtiliyordu.

Şeyh Sait İsyanı
Yörede, ayaklanma hazırlıkları ve propaganda için dolaşarak kardeşinin Piran'daki evine yerleşmiş olan Şeyh Sait burada, jandarmanın beş suçluyu yakalayıp götürmek istemesi yüzünden çıkan silahlı çatışma üzerine, planlarından önce ayaklanmak zorunda kaldı.

Palu'da ayaklanmaya başlayan Şeyh Sait önce Tunceli'nin merkezi Darahini'yi ele geçirmek istedi ve bu amaçla yolda iken kendisine, Paro Oğlu Ömer ağa komutasında Butyanlı, Fakih Hasan Oğlu Abdülhamit'in komutasında Mıstanlı, Ömer Oğlu Haydar komutasında Tavaslı, Molla Ahmet komutasında Silvanlı aşiretleri katıldılar. 16 Şubat 1925'te Darahini'ye saldırdılar. 

Şehir yağmalanırken, Ziraat Bankası'na da el konuldu. Durumu Ankara'ya bildiren öğretmen Mehmet Zeki, Şeyh Sait'le iş birliği yapan Tunceli Valisi, Çapakçur Kaymakamı ve Hakim Bağdatlı Rıza'nın telkinleri ile önce hapis sonrada şehit edildi. Asiler,- 1-Çapakçur, 2-Muş, 3- Diyarbakır olmak üzere üç kola ayrıldılar.

Şeyh Sait Diyarbakır'ı alacaktı. 21 Şubat' ta ilk kez ordu birlikleri ile karşılaşıldı ve bir alayı geri çekilmek zorunda bıraktılar .Yarbay Cemil Bey komutasında ki bir süvari alayını ise, pusuya düşürüp esir aldılar .Ellerinde yeşil bayrak ve kuranlarla ilerleyen asilere halk karşı koymuyor ve çoğu kez yardım ediyordu.
Halkın ve eşrafın direnmemesi ve askerin bir kısmının kaçması sonucu, komutan Osman Bey'in bütün çabalarına rağmen, 2 Şubat günü Elazığ asilerin eline geçti ve yağma edildi. Halk ancak bundan sonra gerçekle yüz yüze geldi. 5 Mayıs 1925'te Malatya Gazetesi'nin bu konudaki yayını etkili oldu ve yer yer direnmeler başladı. Diğer yandan Şeyh Abdullah Muş cephesini tutarak, Varto'yu aldı ve Erzurum'a doğru ilerlemeye başladı.

Ergani, Piran olayından hemen sonra asilerin eline geçmişti. Ergani ve Eğil yörelerindeki şeyh ve ağaları da ayaklandırmayı başaran Şeyh Sait, 7 Mart ' ta dört yönden Diyarbakır'a saldırdı. Kuzey cephesinde surlar dışında yapılan savunmayla asiler püskürtüldü. Güney cephesinde ise içeriden de yardım gören asiler şehre girdiler. Fakat, General Mürsel'in asiler üzerine süvari kuvvetleri yollaması sonucu, baskına uğrayan asiler 8 Mart' ta ilk kez yenilerek kaçtılar
Ayaklanma ile ilgili ilk bilgiler 16 Şubat 1925'te gazetelerde yer aldı. 

Ayaklanma, küçük bir eşkıya olayı olarak gösterildiğinden ve suçluların yakında yakalanacakları ileri sürüldüğünden, kamu oyunda etkisi olmadı. Bakanlar Kurulu Toplantısında İç İşleri Bakanı Recep Bey, Piran olayı hakkında bilgi verdi ve bölgedeki güvenlik kuvvetleri ve uçaklarla olayın bastırılacağını belirtti. Olayda İngiliz etkisi olduğu görüşü ileri sürüldü. İngiliz etkisinin bulunduğu ve ayaklanmanın bastırılmasında uçaklarında kullanılacağının açıklanması, olayın basit olmadığını gösteriyordu.

Olayın yakından izleyen Mustafa Kemal, İstanbul'da Heybeli adada dinlenmekte olan İsmet Paşa' ya, hemen Ankara'ya gelmesini bildirdi. İsmet Paşa 20 Şubat 1925'te Ankara'ya hareket etti.21 Şubat' ta Ankara'ya varan İsmet Paşa, istasyonda Mustafa Kemal ve bazı bakanlarca karşılandı ve doğru Çankaya 'ya gidildi.

Bu esnada hükümet içinde münakaşalar olmuş ve İç İşleri Bakanı istifa etmişti. Recep Bey ayaklanmayı daha endişeli bir hava içinde karşılayarak, baş vekilden fazla ciddiye aldığı için itilafa düşmüşlerdi .Bu arada Başbakan Fethi Bey istifa etmişti. İsmet İnönü bu olayı kitabında şeyle anlatıyor .'' Bu günlerde Halk Partisi meclis grubu bir toplantı yaptı. 

 Hükümet Başkanı ayaklanma hakkında izahat verdi. Hadise üzerine geniş görüşmeler oldu. Ben geçen yılın 22 Kasım ' ın da başbakanlıktan ayrılmıştım. Fakat parti genel başkan vekilliği sıfatını muhafaza ediyordu. Bu sıfatla müzakerelere bende katıldım ve hadiseye nasıl baktığımı anlattım. Gruptaki hadiseler sertleştikçe hükümetin durumu güçleşiyordu. Bunun üzerine Fethi Bey istifa etti. Bundan sonra Atatürk hükümet teşkili vazifesini bana verdi. 3 Mart' ta hükümet programını mecliste okuyarak güven oyu aldık.''

Hükümet programında iki husus göze çarpıyordu. Bunlar seferberlik ilan etmek ve Takriri Sükun kanunu çıkarmak. Bu kanunu işletebilmek için iki İstiklal Mahkemesi kurulacaktı. Biri şarkta çalışacak, birinin merkezi Ankara'da olacaktı.
Takriri Sükun kanunu iki maddeden oluşuyordu :
1 -Hükümet lüzum gördüğü taktirde suçluları İstiklal mahkemesine verebilecek.
2-İstiklal Mahkemesi davaları kendi kanunları ile süratle yürütecek.
İsyan Bölgesi İstiklal Mahkemesi Aşağıdaki gibi oluşuyordu:
Reis : Mahzar Müfit Bey
Müdde-i Umumi : Ahmet Süreyya bey
Üye : Ali Saip
Üye : Lütfi Müfit
Yedek : Avni Doğan Bey
Ankara İstiklal Mahkemesi Aşağıdaki gibi oluşuyordu:
Reis : Ali Bey ( Çetin Kaya )
Müdde-i Umumi : Necip Ali Bey
Üye : Kılıç Ali
Üye : Ali Bey
Yedek : Raşit Galip Bey

Şeyh Sait İsyanının Bastırılması
Bir gece Mustafa Kemal Çankaya'da, İsmet Paşa, Fevzi Çakmak ve ikinci başkan Kazım Paşalarla ayaklanmanın bastırılması için alınacak önlemleri görüşmek üzere toplandılar . Hazırlanan plana göre ayaklanma bölgesi büyük askeri kuvvetlerle sarılacak, harekât Erzurum, Erzincan, Sivas, Diyarbakır, Mardin üzerinden yollanacak birliklerce ve hava kuvvetleri desteği ile yapılacaktı.
Mardin ve Diyarbakır'a gönderilecek birlik, araç ve malzemenin güney demir yollarından gönderilmesi gerekiyordu. 

Bu demir yollarının bir kısmının geçtiği Suriye Fransa Mandasında olup, Lozan ' da kabul edilmiş olan Ankara Antlaşması gereğince Türkiye bu demir yollarından asker taşıma hakkına önceden Fransa 'ya bildirmesi şartı ile sahipti. Bu sebeple Türkiye, Paris elçiliği aracılığı ile Fransa Hükümetine bir nota vererek Şeyh Sait ayaklanması dolayısıyla demir yolundan asker yollanacağını bildirdi. Fransa bu isteği uygun buldu. 

Fakat, İngiltere'nin Paris elçiliği durum hakkında bilgi isteyerek, asker naklini geciktirici bir girişimde bulundu. Bu davranışı bile İngiltere'nin bu ayaklanma arkasında olduğu görüşünü kuvvetlendiriyordu.

Ordu birlikleri Erzurum, Mardin, Diyarbakır ve Malatya bölgelerinde yığınağını yaparken, Şeyh Sait'te Diyarbakır üzerine yürümüş ve 7-8 Mart 1925'te yenilgiye uğramıştı. Ayaklanmanın güneye doğru yolu tıkanmış ve asileri çembere alma ihtimali doğmuştu. Şeyh Sait Dersim ve Muş yöresi ağalarını da ayaklanmaya çağırdı ise de; şeriat ve hilafet adına yapılan bu hareket, özellikle Diyarbakır yenilgisinden sonra ilgi görmedi. 9 Mart' ta Diyarbakır'a gelen bazı İngiliz silah fabrikaları katalogları ve mektupların üzerinde 'Kürdistan Kraliyeti Harbiye Bakanlığı ' yazısının bulunması, Diyarbakır'ın Şeyh Sait'in eline geçmesinin en önemli adım olduğunu gösteriyor ve İngiltere'nin olayı desteklediği kanısını kuvvetlendiriyordu.

Diyarbakır yenilgisi ayaklanmanın dönüm noktası oldu, Seferber edilmiş kuvvetlerle 10 Mart' ta Diyarbakır çevresi asilerden temizlendi, 14 Mart' ta Şeyh Sait'in oğullarından birinin Varto'da yapılan çatışmada öldüğü bildirildi, 16 Mart' ta seferber edilen subaylara ve askere iki şer maaş avans ödenmesi kanunu ve 23 Mart' ta da, sıkı yönetimin bir ay uzatılması kabul edildi.

Yığınaklarını tamamlayan ordu birlikleri 26 Mart' tan itibaren Varto, Elazığ ve Diyarbakır üzerinden karşı harekâta başladı. Asiler dört yönden kuşatıldılar, Düzenli bir şekilde çembere alınarak Irak, İran ve Suriye'ye kaçmaları önlendi. 31 Mart' ta Diyarbakır ve Elazığ'dan gelen kuvvetler birleşerek Şeyh Sait'in karargâhının bulunduğu Hani'ye girdiler. 2 Nisan da kuşatmanın son bölümü de tamamlanınca asiler ve ana kuvvetler arasında çatışma başladı. Nisan' da Palu, Silvan ve Piran ele geçti. Bütün asiler Tunceli yönünde kaçmaya başladılar,
Geçtikçe artan başarılı harekât sonunda, ayaklanma Nisan ayı ortasında tamamı ile bastırıldı ve Şeyh Sait ele geçti. Bu durum, hükümetin 15 Nisan tarihli resmi bildirgesi ile açıklandı.

Ayaklanmanın bastırılmasından sonra ilk iş olarak merkezi Diyarbakır'da olmak üzere bir genel müfettişlik kuruldu.

Şeyh Sait yakalandıktan sonra yandaşları ile birlikte İsyan Bölgesi İstiklal Mahkemesi'ne verildi.

İstiklal Mahkemesi asilerin idamına karar verdi ve bu bir gün sonra gerçekleşti.

Şeyh Sait İsyanının Kronolojisi
16 Şubat 1925 - Şeyh Sait’e bağlı isyancılar Tunceli ilinin merkezi Darahini’yi alarak kasabayı yağmaladı.
21 Şubat 1925 - Bazı doğu illerinde sıkıyönetim ilan edildi.
21 Şubat 1925 - Şeyh Sait’e bağlı isyancılar Kıs ovasında hükümet kuvvetleriyle çarpıştı.
24 Şubat 1925 - Şeyh Sait’e bağlı isyancılar Elazığ’ı ele geçirdi.
25 Şubat 1925 - Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda “Dinin politikaya alet edilemeyeceği ve bu suçun da vatan hıyaneti sayılacağı”na ilişkin değişiklik yapıldı.
26 Şubat 1925 - Şeyh Sait’e bağlı isyancılar Hani’yi işgal etti.
7 Mart 1925- Şeyh Sait’e bağlı isyancılar Diyarbakır üzerine hücuma geçti.
8 Mart 1925 - Diyarbakır’da Mürsel Paşa komutasındaki ordu birlikleri Şeyh Sait’e bağlı isyancıları dağıttı.
4 Mart 1925 - Hükümete geniş yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu kabul edildi.
 4 Mart 1925 - TBMM isyan bölgesinde ve Ankara’da birer İstiklal Mahkemesi kurulmasına karar verdi.
23 Mart 1925 - Doğu illerinin bir bölümünde ilan edilen sıkıyönetim 1 ay daha uzatıldı.
25 Mart 1925 - Şeyh Sait’e bağlı isyancılar Silvan’ı ele geçirdi.
31 Mart 1925 - İsyan bölgesinde Divan-ı Harp’çe verilen idam cezalarının ayrıca onay gerektirmeden yerine getirilmesi hakkındaki kanun kabul edildi.
31 Mart 1925 - Ordu birlikleri Lice ve Silvan’ı ele geçirdi.
12 Nisan 1925 - İsyanın başı Şeyh Sait yakalandı.
20 Nisan 1925 - Bazı doğu illerindeki sıkıyönetim 7 ay uzatıldı.

29 Haziran 1925 - Doğu İstiklal Mahkemesi’nce ölüm cezasına çarptırılan Şeyh Sait ve isyanı yönetenler idam edildi.

Mondros Bırakışması

1916’da Küt-ül Amara’da Türklerce tutsak edilmiş olan İngiliz Tümgenerali Charles Townshend’in de arabuluculuğu ile, İngiliz Akdeniz Filosu Başkomutanı Koramiral Arthur Gough Calthorpe, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya 22 Ekim 1918’de gönderdiği yazıda, bırakışma koşullarını kendisiyle görüşme yetkisi olduğunu; dolayısıyla, Midilli [Limni] adasındaki Mondros’a bir kurul göndermesini bildirmişti. Padişah Vahdettin, Mondros’a gidecek olan kurula kayın biraderi Damat Mehmet Ferit’in başkanlık etmesini istiyordu. Ferit, Londra’daki Osmanlı Büyükelçiliğinde sekreterlik yapmıştı ve İttihat ve Terakki Partisi’nin muhalifi Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin önderi olarak biliniyordu. Sadrazam İzzet Paşa, Padişahın bu istemini ‘çılgınlık’ olarak nitelemişti; ama Padişah isteminde direnmiş ve Ferit’in, Ayan Meclisi’nde İzzet Paşa’yla görüşmesini önermiş;1 ama İzzet Paşa, kabineye danıştıktan sonra Damat Ferit’i bu göreve getirmeye karşı çıkmış; bırakışma kurulunun başkanlığına Deniz Bakanı Hüseyin Rauf’u atamıştı. Padişah bu atanmayı kırgınlıkla kabullenmiş; ama, kurula verilecek olan yönergelerde Halifelik, Sultanlık ve Osmanlı hanedanının haklarının büsbütün güvence altına alınması ve herhangi bir Osmanlı iline özerklik verilirse, bunun siyasi değil, yönetsel (idari) olmasının serdedilmesi koşulunu öne sürmüştü.2 İzzet Paşa’ya göre, Padişahın öne sürmüş olduğu koşulların bırakışma ile hiçbir ilgisi yoktu. Ancak, Padişah, savaş yenilgisinin yaratmış olduğu kargaşa içinde Osmanlı hanedanlığı ve kuruluşlarının sönüp gitmesi olasılığından kaygılanıyordu ve bu da, kendi tahtını kurtarmaktan başka birşeye önem vermediğini gösteriyordu.3
Bu arada, 27 Ekim’de başlayan ve oldukça çetin ve iddialı geçen Mondros görüşmelerinden sonra;4 30 Ekim’de Osmanlı temsilcileri, İngiliz temsilcileriyle bırakışmayı imzalamış; Osmanlı Devleti’ne kısmen zorla kabul ettirilmiş olan teslim koşullarını uygulamayı kabullenmişlerdi. Türk görüşünce, bırakışmanın en kötü maddeleri veya daha sonra ihlalinden şikâyet edilenler şunlardı:
‘Madde 1 - Çanakkale ve Karadeniz Boğazları güvenlik içinde ve özgür olarak seyrüsefere (dolaşıma) açılacak; boğazlardaki istihkâmlar Bağlaşık Devletlerce işgal edilecektir.
Madde 5 - Hudut karakolları ve iç düzeni korumada kullanılacak az sayıda askeri güç dışında tüm Türk orduları hemen terhis edilecektir.
‘Madde 7 - Bağlaşık Devletler’in güvenliğini tehlikeye koyacak bir durum olursa, Bağlaşıklar, Türkiye’nin herhangi bir stratejik noktasını işgal edecektir.
Madde 10 - Bağlaşık Devletler, Toros tünelleri şebekesini işgal edecektir.
Madde 11 - Bütün trenlere Bağlaşık Devletler’in denetim yetkilileri yerleştirilecek; bu yetkililer, trenleri diledikleri gibi özgürce kullanabilecek; ama halkın gereksinimlerini dikkate alacaklardır.
Madde 22 - Türk savaş tutsakları, Bağlaşık Devletler’in dilediği biçimde elden çıkarılacaktır.
Madde 24 - Altı Ermeni illerinde (!) [Doğu İlleri kastediliyor] karışıklık çıkarsa Bağlaşık Devletler oralarını işgal hakkını koruyacaklardır’.11
Padişah Vahdettin de bırakışma koşullarını sert bulmuş, ama Sadrazam İzzet Paşa’nın Mondros’dan aldığı 27 Ekim 1918 tarihli iyimser telgrafın suretini kendisine göstermesi üzerine şöyle demişti:
‘Bu koşulları, ağır olmalarına karşın kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngiltere’nin Doğu’da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkâr siyaseti değişmeyecektir. Biz onların müsamahasını daha sonra elde ederiz’.5 6
Buna karşın, Vahdettin, Osmanlı kurulu üyeleri Mondros’tan İstanbul’a dönerek Galata rıhtımına çıkarken onları karşılamak için rıhtıma gitmemiş; Dolmabahçe’de de karşılamamış; hasta olduğu özürüyle, onları yarım gün beklettikten sonra, bırakışmanın koşulları konusunda başmabeyincisi Lütfi Simavi’ye bilgi vermeleri için mesaj göndermişti.7 Padişah, o sırada en kötü düşlerinin gerçekleşmeye başlamış olduğunu ve Bağlaşıklar’ın, Osmanlı Devleti’ni ele geçirmek için bırakışmadan yararlanacaklarını tahmin etmişti.8
Öte yandan, bırakışmanın imzalanmış olduğunu 31 Ekim’de gelmiş olduğu Adana’da öğrenmiş olan Mustafa Kemal, Zaman gazetesine verdiği demeçte, bırakışma koşullarının büsbütün aleyhte olmadığı görüşünü desteklemiş; Bulgarların Türklerden daha güç bir durumda olduklarına değinerek, İzzet Paşa kabinesini ve özellikle bu kabinedeki dostu Hüseyin Rauf’u muhalefetin saldırılarına karşı savunmaya çalışmış;9 ama yine de Bağlaşıklar’ın niyetinden kuşku-lanmıştı. Kemal, bırakışmanın, Bağlaşıklar’a geniş yetkiler veren 7. ve 8. maddelerinin, onlara, ülkeyi işgal etme olanağını sağladığına inanmış; Adana’daki Yıldırım Orduları Grubu merkezinden Sadrazama 3 Kasım’da gönderdiği telgrafta bırakışma hakkında bilgi istemiş; İzzet Paşa’nın verdiği cılız yanıttan tatmin olmayarak, bırakışmanın kimi koşullarını eleştirmişti.10
Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçtikten sonra, bırakışmayı ve Bağlaşık Devletler’i, özellikle İngiltere’yi söyle kınamıştı:
‘... Harb-i umuminin sonlarına doğru, milliyetler esasına müstenit vaatler üzerine, Hükümet’i Osmaniyemiz de adilane bir sulha nail olmak emeliyle mütarekeye talip oldu. Devletlerin şahsiyet-i maneviyesi ve vaziul-imza murahhasların namus-u zatileri ziman ve kefaletinde bulunan işbu mutarekename ahkâmı bir tarafa bırakılarak, İtilaf Devletleri kuvay-i askeriyesi, payitaht-i saltanat ve makarr-ı celil-i hilafet olan İstanbul’umuzu işgal etti. Gün geçtikçe artan bir şiddetle hukuk-u hilafet ve saltanat, haysiyet-i hükümet, izzetinefs-i millimiz tecavüz ve taaddilere uğradı.’.11
Aynı görüşleri 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde de yineleyecek olan Mustafa Kemal’e göre, Türk ulusu adaletli bir barışa kavuşmayı umarken, bırakışma koşulları, Türk yurdu ve ulusuna karşı kötüye kullanılıyor, zorla uygulanıyordu.12
1- İnal, s.1987.
2- Türkgeldi: Mondros ve Mudanya Mütarekeleri, s.155.
3- Mango, s.188.
4- Bu görüşmelerle ilgili olarak bkz. İDA, FO 371/5259/E 532: İngiltere Deniz Bakanlığı’ndan Dışişleri Bakanlığı’na yazı, no.M.01743, 2.6.1920; Türkgeldi, a.g.e., 33-34; Dyer, s.318 vd.
5- İDA, FO 371/3449/181110: Bırakışma Belgeleri; BFSP, 1917-1918, c. CXI, s.611- 613; Orbay: ‘Siyasi Hatıraları’, a.g.e., s.49; Türkgeldi, a.g.e., s.33-34 ve 66-68; Takvim-i Vekayi, 3.11.1918; Yeni gün, 2.11.1918; Minber, 17.11.1918; Vakit, 3/18.11.1918; ASD, s.1; Söylev 1, s.256 vd.; İsmet İnönü: ‘Devlet kurucusu Atatürk’, Belleten, XXXIII, sayı 129, Ocak 1969, s.1-2; Bayur, s.176; Gökbilgin, s.3; Bayar, 97-98; Sonyel: Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, I, s.7-8; Temperley, s.495; Mears, s.624-626; Kinross, s.128-129.
6- Jaeschke Gotthard: ‘Mondros’a giden yol’, Belleten, sayı 109, c.28, Ocak 1964, Jaeschke: Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, s.22; L’Illustration, 6.8.1921; Salahi R. Sonyel: ‘1919 yılı İngiliz belgelerinin ışığında Mustafa Kemal ve milli mukavemet’, Türk Kültürü, sayı 85, Kasım 1969, s.47 vd.
7- İstanbul Basını, 2.11.1918; Orbay, ‘Siyasi Hatıraları’, a.g.e., s.152-153; Ku-tay: ‘Orbay’, a.g.e., s.143-4; TİH I, s.138; Türkgeldi, s.64; Tansel: Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, s.127
8- Shaw 1, s.105.
9- Ziya Somar: ‘Manda ve meşhur mandacılar’, Tarih Konuşuyor, c.3, sayı 14, Mart 1965, s.1146
10- Vakit, 3.11.1918; Türkgeldi, s.68; Nutuk I, s. 256 vd.; Jaeschke, Belleten 109, s.152; Jaeschke: Kronoloji, s.1.
11- Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’ni açış söylevi, 23.7.1919, ASD, s.3-7.

12- ASD, s.8-11; ATTB, s.14-22; Bayur, s.179-184; Sonyel, Türk Kültürü, a.g.e., s.75-76.

Mimar Sinan'ın Ölümü

İstanbul'u suya kavuşturan Sinan susuz evde vefat ediyor.
İstanbul devamlı bir su problemi içerisindedir. Bu problemin çaresi asırlar önce Kanuni zamanında, Mimar Sinan'ın günlerinde konuşulmuş ve en büyük çare Sinan'la bulunmuştur. İstanbul'un o günkü nüfusu çoğalınca Kanuni Sultan Süleyman, Sinan'ı çağırır, der ki:
"Mimarbaşı, halkımız su ihtiyacı içinde. Bir at yükü suya çok miktar akçe ödüyorlar. Acaba halkımızın bu su ihtiyacını karşılamak için birşeyler düşünmez misiniz?"
Mimarbaşı der ki:
"Sultanım siz müsaade buyurun, ben İstanbul'un çevresini bir dolaşayım, dışarıda mevcut suları İstanbul'a getirmenin mümkün olup olmadığını bir inceleyeyim ve ondan sonra size bir cevap veririm."
Ve Sinan Ağa atına biner, yanına yardımcılarını da alır, Çekmece'den başlayarak kıyıları dolaşır, Beşiktaş'a kadar istanbul'un kıyılarında, dereleri, akan suları tespit eder. Bu suların önü örüldüğü, baraj yapıldığı takdirde nereye kadar yükselir, nereden nereye kemer yapılarak İstanbul'a getirilebilir, bunun günlerce hesabını yapar ve Kanuni'nin huzuruna çıkar.
Sultan sorar:
"Mimarbaşı, İstanbul'a su getirmek mümkün müdür?"
Mimarbaşının cevabı:
"Belki sultanım, mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var."
"Nedir o mimarbaşı?"
"Sultanım, altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak İstanbul'a su gelebilir."
Kanuni'nin cevabı şu olur:
"Mimarbaşı sen İstanbul'a su getirmenin mümkün olup olmadığını söyle. Eğer mümkünse ben keseleri uç uca değil, yan yana dizmeye razıyım."
Bunun üzerine Mimar Sinan kolları sıvar ve İstanbul'un dışındaki suları Kağıthane civarında belli yerlerde toplar, oradan da dere içlerine büyük geçitler yaparak İstanbul'a getirir ve şehrin belli meydanlarında umumi çeşmeler yaparak suyu akıtır. Bu çeşmelerin tamamı da kırkı bulur. Ve Kırk Çeşme suları akmaya başlar.
O güne gelinceye kadar, musluk gibi bir adet olmadığı için sular boşa akıp gitmektedir. O gün çok pahalıya mal olan suyu artık bostanlara, yollara akıtmak istemiyorlar ve ilk defa İstanbul'da lüle dedikleri musluğu çeşmelere koyuyorlar.
Su böylesine pahalıya geldiği ve kıymet kazanmaya başladığı için Kanuni bir ferman çıkarır, der ki:
"İstanbul meydanlarındaki umumi çeşmeler halkın malıdır. Hiç kimse bu çeşmelerden gizlice yeraltından evine su alamayacaktır."
Bu umumi kaidenin bir istisnasını da koyar Kanuni. O da özel olarak Sinan'a iletilir.
Denir ki:
"Sen İstanbul'a böylesine güzel bir çalışma sonunda kırk çeşme sularını getirdin. Sen evine özel olarak bir lüle su alabilirsin."
Ve Süleymaniye civarındaki meydan çeşmesinden Sinan'ın evine özel olarak yol yapılır ve su akıtılır. Böylece Mimar Sinan evinde özel suyu olan tek kişi olur.
Mimar Sinan Şehzadebaşı Camiini, Süleymaniye Camiini ve Edirne'deki Selimiye Camiini yaptıktan sonra yaşlanır. Devir hep öyle geçmemiştir. İtibarının yüksekte olduğu devirde, kendisinin kıymetini takdir edenler bir bir bu dünyadan göçmüşlerdir. Kanuni vefat etmiştir, yerine başka padişahlar geçmiştir. Ve Sinan 99 yaşına gelmiştir. Çevresindeki dostları göçtüğü için de kendisi istanbul'da adeta yapayalnız kalmıştır. Ve yeni bir nesil yetişmiştir.
Bir gün Sinan'ın kapısına birisi gelip dayanır. Kapıyı çalar. Sinan bastonuna dayanarak kapıyı açar, "Buyurun" der.
Gelen meçhul ihsan, "Ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi divana çağırıyorlar. Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız" der.
Sinan Ağa, bu ihtiyar halinde, dostlarının tümünün göçüp gittiği, kendisini eserleri inşaat halindeyken görenlerin kalmadığı bu ihtiyar dünyada, "Acaba Topkapı Sarayına niye çağırılıyorum?" diye bastonuna dayana dayana gider.
Saraya girer, orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur: Kadılar, ulemalar, müftüler, o günün vükelası. Sinan'a şöyle derler:
"Sinan Ağa, hakkında şikayet var. Eve su almak yasak olduğu, hiç kimse evine özel olarak su almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, sizin evinizde özel su varmış."
"Evet," der, "Cihan Padişahı bana öyle özel olarak müsaade etmişti. İstanbul'a yaptığım su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma müsaade etmişti de almıştım."
"O zaman şu müsaadenizi, fermanı görelim de ses çıkarmayalım. Kimseye verilmemesine rağmen, sizinki devam etsin."
Sinan'ın cevabı şu:
"Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemekten hicap etmiştim. Fermanım falan yok, ama su benim evimde akıyor."
Divan müşkül durumda kalır, konuşmalar olur:
"Sinan büyük hizmetler etmiştir, evinde suyu aksın."
Oradan başkaları cevap verir:
"Bu Âl-i Osman'a hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır. Ya onların da evine özel su verilsin, ya da Sinan'a da bu ayrıcalık tanınmasın."
Divanda uzun münakaşalar olur, son olarak verilen karar şudur:
"Sinan gibi diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre, Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandığı su fermansız kullandığı için bir cezaya mucip olmamalıdır."
Ve bu karardan sonra Sinan evine gelir. Üzgün, bezgin, fakat fazla müteessir değil. Çünkü Sinan hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık tanınsın, özel bir mükafat verilsin diye değil.
Ve Sinan 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Vefat sırasında bir bezi suya batırıp da dudağına çalmak isterlerken bakarlar ki, evindeki musluktan su akmıyor. İstanbul'a su getiren Sinan, susuz evde vefat eder. Vefat sırasında bu olayı başında konuşanlara verdiği cevap enteresandır:
"Biz hizmetimizi dünyada bir bardak suya satacak kadar menfaat düşkünü değiliz. Biz hizmetimizi Allah için yaptık ve mükafatını da ahirette bekliyoruz. Dünyada evimize su verilmediği için müteessir değiliz. Yaptığım hizmet helal olsun..."
Bu olayın bizlere verdiği mesajlar vardır. Dünyaya, şana, şöhrete, dosta, ahbaba, arka olmalara fazla güvenmemeli. Dünya öyle güvenilecek, insanlar öyle bel bağlanacak kadar vefalı değillerdir. Şartlar değişir, bugün sırtımız çok sağlam yerde olur, çok itibarlı insanlarla yakınlığımız olur. Ama yarın bir de bakarız ki, onların hepsi göçüp gitmiş, biz de dayanacak kimse bulamamışız.
"Hey gidi dünya hey. İstanbul'u suya kavuşturan Sinan susuz evde vefat ediyor."

Allah Rahmet Eylesin..